Siyah deri koltuğun koyu yüzeyine oturmuş, zamanın izlerini alnında ve saçlarında taşıyan adam, neler yapabileceğimi hususunda tecrübesiyle bilgimi tartarken elime bir gazete bülteni tutuşturdu.
Kır saçları, geçmişin suskun fırtınalarını andırır şekilde başının etrafında bir taç gibi parlıyordu. Gözleri, derin ve keskin; adeta bir bilgenin yıllar içinde yoğrulmuş haliydi... Karşısında susmak mı iyi yoksa konuşmak mı bilemedim. Nereden bilsin ki çok konuşkan olmadığımı sadece kaleme ve kağıda ihtiyacım olduğunu...
Sessizlik zaman zaman odanın içerisindeki hava da yankı bulurken, uzun boylu, mavi gömlekli adam; vakur bir duruşla birleşmiş, oturduğu koltukta bile sarsılmaz izlenimini hissettiriyordu... Ellerini dizlerine koymuş, parmak uçlarında sabrın ve ihtiyatın çizgileri gezinirken, yüzünde zamanı yavaşlatan bir sükûnet hüküm sürüyor muydu? Anlayamadım. Vakit dar, bir çay içimlik daha zaman istesem olmaz mı?
Gölge ile ışık arasında bir yerde ne karanlığa ait ne de bütünüyle aydınlığa. Sırtını döndüğü pencere yine de yüzünü aydınlatıyordu...Derinlerden gelen bir düşüncenin sessizliğine gömülmüş sonra oradan gelmiş gibi "yazılarını at" dedi...
Umutla umutsuz arasında gidip gelen yanımı koyacak bir yer bulamadım...
Gözlerimi, gözlerine kilitleyip orada tutsak olup kaldım.
Alnımda yazılı olup olmadığını bilmediğim hikayemizin ortasına değen dudakların neredeler?
Erkek neden kadının alnından öper? Orada yazılı olduğunu düşündüğü için... Benim adım senin alnında yazılı, benim kaderim orada dediği için... En azından böyle düşündükleri için.
Yokluğunun içime ördüğü sessizlikle savaşıyorum.
Zaman, senden kalan her şeyi ağır ağır eksiltiyor benden ve ne zaman bir şarkı başlasa, ilk notasında sen başlıyorsun içimde yankılanmaya.
Geceleri uykumdan çalan ince bir sızı gibi, yokluğun.
Dudaklarımda adını anmadan geçen her saniyede büyüyüp gidiyorsun. Bir fotoğraf karesi alıyorum elime... Yeşil gözlerini parmak uçlarımla gezinirken ilmek ilmek örüyorum hasretin iplerini... Anlıyorum, bir şehir ne kadar büyük olursa olsun, içinde hep dar bir sokakta sıkışıp kalıyor adımlarım. “Merhaba” bile, şimdilerde içimde yankılanan en kutsal duam gibi.
Yarın görecek olmanın ümidi bile yatıştırmıyor...Ve
Şimdi derken bakıyorum ki, takvimler geçiyor, saatler çalıyor, mevsimler değişiyor ve sabahı edememek korkutuyor beni... Eksilen ben miyim, içimdeki sen mi?
Alnımdan öptüğün o odanın içerisine saklıyorum düşüncelerimi. Farklı şehirlerin, farklı yolların hikâyesini tutturuyorum. Dalıp dalıp gidiyorum işte. Alnımda yazan kaderimi de bilmiyorum ki yüreğimi susturayım.
Pencerenin kenarında unutulmuş bir perde, rüzgârla hafifçe dalgalanıyor. İçeri süzülen solgun gün ışığı, odanın duvarlarına usulca dokunuyor. Işığın vurduğu yerde toz zerrecikleri ağır ağır dans ediyor; sanki zamanın görünmez parçaları havada asılı kalmış da kıpırdamaya cesaret edemiyorlar. Her şey suskun, her şey beklemede… tıpkı içimdeki kelimeler gibi.
Koltukta oturduğum yerden doğrulmaya cesaret edemiyorum. Dizlerimin üzerindeki ellerim, artık kendi ağırlığını bile taşıyamaz hâlde. Avuçlarımda boşluk, parmaklarımın arasından sızıyor. Bir zamanlar ellerime sinmiş sıcaklığın yerini şimdi soğuk bir özlem almış. İçimde bir yer, titiz bir sabırla geçmişe tutunuyor. Geriye çevrilemeyen sahnelerin içinden hâlâ bir nefes, bir bakış, bir kelime arıyorum.
Odada, senin kokun kadar sessizliğin de kalmış.
Köşede unutulmuş bir fincan, dudağının izini hâlâ taşıyor. Ama zamanla çatlamış kenarında, geçmişe ait bir kelime gizlenmiş gibi. Söylemeye cesaret edemediğimiz bir “kal” mı, yoksa hiç diyemediğimiz bir “git” mi, çözemiyorum.
Duvar saati tik taklarını sürdürürken, zaman hem ilerliyor hem durmuş gibi. Bir saat bile olmadı diyorum.
Ne yaşadığımız gün burada ne de yaşamadıklarımız geçmişte kalmış. Her şey birbirine karışıyor; zamanın çizgisi bizi nereye taşıyacak merak ediyorum.
Sana ait her şey, bu odanın içinde hâlâ bir yerlerde nefes alıyor gibi. Ama sen yoksun. Ve yokluğun, varlığından daha belirgin şimdi. Gözüm yine pencereye kayıyor.
Yağmur başladı!
Dışarıda gökyüzü ağır bir kurşuniye dönmüş, yağmurun ilk damlaları cama vurmaya başlıyor.
Her damla, içimde bir kelimenin üzerine düşüyor.
Bazı kelimeler siliniyor, bazıları daha da belirginleşiyor.
“Keşke” ...
“Belki” …
“Sonsa” …
“Bir daha” …
Her biri, suskunluğun bir başka tonunu, başka bir rengini taşıyor.
Alnımda hâlâ dudaklarının izi; mühür gibi.
Orada, tam orada…
Bir hikâyenin başladığı ama bitmediği yerde ben tükeniyorum...
