Herkes bir şeye tapar. Ama kendisini, ama malı, mülkü ama şehvetini. Muhakkak tapınacak şeyler bulurlar...
“Herkesin bir şeye tapması” fikriyle açtığım bu kapı ve insanın kendisini tanrılaştırma hâlini merkeze aldığım bu düğüm, Narsist kişi, olarak adlandırılan insanların başkalarının varlığını kendi benliğini parlatmak için kullanan, ilişkilerinde gerçek bir bağ kuramayan hastalıklı bir karaketeri ortaya koymaya çalıştığım bu mevzuya bakıldığında oturup düşünmemiz gerçeğini ortaya koyması gerek. Kime göre, neye göre?
Narsistlik kişilik bozukluğu, "ben" merkezli olarak programlanmış insanı anlatan ve beyninin sürekli karşısındaki kişiyi "küçümseme" üzerine ayarlanmış hatalı bir sistemin insanda vücut bulmuş hâlidir.
Şimdi size "narsist" kişiyi anlatmaya kalksam, bilimsel ve teorik cümleleri okuyarak sıkılacağınız için bunu hikâye tadında anlatmaya çalışayım.
Fakat hikâyeye geçmeden önce; "Aslında hepimizin birer " narsist kişiliği var" diyen bir büyüğümün, bu hastalık hâlini anlatırken verdiği örneklerle beynimde çakan şimşeklerin sonucu olarak bu yazının döküldüğünü belirterek teşekkür etmek istiyorum.
...
Ayakkabısının tozunu alıp sol eliyle kaldırıp bakan adam, dolabının karşısında giyeceği takımı özenle seçti.
Aklında, gün içerisinde görüşeceği insanların cemalini koymuş, onları ilk kıyafetiyle etkilemenin yolunu düşünüyordu. Bıyığının altından hafifçe gülümseyen adam, lacivert takımını çıkarıp beyaz gömleğinin üzerine lacivert damlacıklarla dolu kravatını tak
Aynaların tutsağıydı o. Her sabah gün ışığı odasına süzülürken, ilk işi yüzüne değil, kendisine bakmaktı.
Sanki camın ardında bir yüz değil, kutsal bir varlık beliriyordu; her çizgisiyle, her bakışıyla kendini hayran bırakmaya mecbur hisseden bir suret… Dudaklarının kenarında beliren küçücük tebessüm, kendini beğeniyor olmanın nişanesi gibiydi.
Evinde her şey onun etrafında dönüyordu. Ona söylenen her cümle iltifatla dolup taşar, hatta taparcasına dizilirdi.
O, etrafında her zaman onu kabul edecek, sevecek insanları barındırırdı. Konuşurken her ne kadar insanların gözlerinin içine baktıysa da, gördüğü tek şey kendi yansımasıydı. Her dostluk, her aşk, her sohbet yalnızca bir aynadan ibaretti onun için.
Ve o, aynaların kırılmasına hiçbir zaman dayanamazdı. Bir gün o aynalardan biri çatladı.
Gözlerinde ne hayranlık ne de korku taşıyan biri, onun sözlerini süzgeçten geçiriyor, bakışlarını olduğu gibi iade ediyordu. Başlarda merakla başlayan ama sonradan “seviyormuş” gibi davranan adam, kadın tarafından her seferinde sorgulanınca onu cezalandırmak istedi.
Kadını kırıp döküp, kendisine tapmasını istiyor ama bunu yapamadıkça içten içe öfkeleniyordu. Çünkü adam, ilk defa kendini göremediği bir gözle karşılaşmıştı.
İçinde tanımlayamadığı bir sıkışma hissetti; ne kadar konuşsa, ne kadar övünse de kadın sessizliğini koruyor, sadece gülümsüyordu. Ama o gülümseme, onunkine benzemiyordu.
Günler geçtikçe adam aynalara daha çok bakar oldu.
Biliyordu ve hissediyordu ki zarar veriyordu. Her zarar ve kadının gözyaşları onun için mutluluk kaynaklarından sadece biriydi.
Kadının suskunluğu büyüdükçe, adamın, aynalardaki görüntüsü ona yabancılaşmış gibi geliyordu ama her ne olursa olsun kendi gücünün farkındaydı. En azından öyle sanıyordu.
Kadın umursamadı, yalvarmadı. Belki yandı ama sustu.
Canı yansa da, aynaları teker teker kırıp batacağını bilse de gitmeyi seçti.
...
Adam, bir sabah tıraş olurken fark etti: gözlerinin altı morarmış, tebessümü zoraki bir çizgiye dönüşmüştü. Camda gördüğü yüz artık ona ait değil gibiydi. İlk kez, kendi yansımasına dayanamadı.
Bir akşam, tüm aynaları evinden topladı. Her birini dikkatle yere indirdi, tek tek üzerlerini örttü. O an anladı ki, o aynalar aslında insanlardı; o insanlar da onun kırık yansımalarıydı.
Ne kadar parlatırsa parlatsın, her biri kendi boşluğunu geri yansıtıyordu ona.
...
Aylar sonra...
Lacivert takımını tekrar çıkardı. Ne kravat taktı, ne de ayakkabısının tozunu aldı. Pencerenin karşısına geçti, uzun süre dışarıyı izledi. Camın ardında artık “kutsal bir varlık” değil, yalnız bir adam vardı. İlk kez birine baktığında, karşısındaki insanı gördü. Ama çok geçti.
Çünkü aynalar kırıldığında, artık yüzünü değil, kırıkları gösteriyordu.
Paramparça olmuştu her şey...
Ve adam, kırık aynalar içinde tek başına öldü...
