ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

BİR AVCININ GÜNLÜĞÜ

Çam ağaçlarının arasında derin bir sessizliğe gömülmek... Günler öncesinden planı yapmış, hazırlıkları tamamlamıştık. Arabanın ardına yüklediğimiz malzemelerle sağa sola gide gele, yol aldığımız dağın olabildiğince yükseğine çıkıyorduk. 24’lük ve 12’lik tüfekler arkada kuzu kuzu yatarken, onlara el sürmek için bile hazırlık yapılıyordu sanki. Eskileri yâd ederken, nam-ı diğer “Tak Tak” dedemden bahseder, nasıl bir avcı olduğunu anlatıyordum. Çantanın içinde getirdiği tavşanla ilk o zaman tanışmış, yaşımın da küçüklüğünden kıyıp yemeye dahi cesaret edememiştim. Esmer, kuru bir adam olan Tak Tak Osman iyi bir avcıydı. “Köpeğin ağzına aldığı hayvan telef olmuştur. O, onun hakkıdır; yenmez.” diye usul öğretirken, Askeriye sınavlarına girmemi; “Kız kısmından polis olmaz.” deyip çelişkili sözlerini Nisan“Sana bir şey olur, yüreğin çok yufka.” diye açıklıyordu... Ve o av sabahı... Sabahın ilk ışıkları, ormanın sisli yüzüne usulca dokunuyordu. Toprağın nemli kokusu, gece boyunca saklanan sessizliğe çoktan karışmıştı. Uzakta bir kuşun kanat çırpışı ve sesini duyduk; ardından derin bir sessizlik… Doğa, sanki büyük bir oyunun başlamasını bekliyordu. Avcı, sağ omzundaki tüfeğin kemerini sıkıca kavrarken gözlerini ufka dikti; her ağaç gövdesi, her rüzgâr esintisi ona bir işaret gibi görünüyordu sanki. Ben, av kategorisine giren hayvanları avlayacak taraftan ziyade, sabahın bu serinliğinde ormanı, doğayı anlamaya, hissetmeye çalışanlardandım. Bana iyi gelen buydu. İnsanla doğa arasındaki kadim mücadelenin sessiz bir sahnesi yaşanacaktı, saatler sonra... Ve daha iyi anlıyordum: İnsan elinin değdiği her yer kirleniyordu. Bunu el birliğiyle yapıyorduk. Neyse... Tepeyi aştıkça ağaçların arasından selamlayan ışıkların yerleri de değişiyordu. Yok yok, lamba ne arasın dağın başında! Bu güneşti. Yaprakların arasından süzülen güneş, doğayla dertleşiyordu. Adımlarımız dikkatli, seslerimiz ölçülüydü. Bir taşın yuvarlanışı bile yankılanırdı burada. Köpeğin olmadığı bir av, av olur muydu? Çocukluğum ve içinde bulunduğum gençliğim canlanıyordu dün gözümün önünde... Dedemin simsiyah av köpeği, tahta kapısı, üzüm asmalarının dolandığı bahçe... Taşlarla çevrili avlu ve sol tarafına yaslanmış, çökmek için ihtiyarların ölmesini bekleyen o ev... Bir avda köpek olmazsa olmazdı. Koku, irade gibi bir şeydi. Onlar kokunun izini sürüyordu; sahipleri de onları izliyordu. Toprak hafif ıslak, çiğ taneleri beni benden alıyordu. “Çimenlerin üzerinde gözyaşı var” adlı türküyü hatırlamaya çalıştım ama yapamadım. Kelam Sultanı burada da bulmuştu beni; “Gül yaprağının üstünde çiğ damlası” derken, bunu görmenin tek yolu sabah ezanından bir saat önce kalkmaktı. Tebessüm ederek uğurladım Sultan’ımı... Bir ağacın dibinde sessiz sedasız karıncaları izlerken, nefesleri sıkışmış şekilde dizlerinin üzerine koydukları tüfekleri ateşlemek üzere bekliyorlardı. Kimin kanı toprağa karışacaktı, bilmiyorum ama karıncaları bile ürkütecekti bu ses... Genç bir tavşanın bıraktığı taze izler, sık ağaçların arasında, çalılıkların kıvrımlarında kayboluyordu. İz sürülürken, ben başka bir dünyaya kaymaya her an hazırdım. Av, sadece “yemek” değil; öğrenilen bir disiplin, paylaşılacak bir saygı olarak görünüyordu. Bir yandan da avcılığın soğuk tarafı ile doğanın masumiyeti arasında büyüyen bir çekişme vardı. Bir avcının ateş etmeden önce tavşanın çaresizliğini düşündüm; nefes alıp vermesi, tüylerinin bile titrediğini... O anda dedemin sözü, kurşunun saçması denk gelmişçesine yankılandı: “Yüreğin çok yufka...” Haklıydı. Aramızda kısa bir sessizlik oldu; biri içgüdüyle “bitir” diyecek gibiydi, diğeri istemeyerek geri çekildi. Ben elimdeki tüfeği biraz gevşettim. İlk defa almıyordum bu tüfeği elime ama hiçbir zaman bir canlıya doğrultmamıştım... Ritüelin en zor parçasıydı: elini çekmek mi, yoksa işi tamamlayıp ritüeli yerine getirmek mi? Tavşanla bakışlarım çarpıştı — bu mümkün müydü? Tabii ki değil! Sonunda, avcı grubumuzdan yaşça büyük biri adım attı: “Gitmesine izin ver.” dedi, sesi ağaçların arasındaki rüzgâr kadar yumuşaktı. Tavşan çoktan kaybolmuştu. Yürümeye devam ettik; içimde hafif bir boşluk ve aynı zamanda bir açıklık vardı. Avdan vazgeçmek zayıflık değil, farklı bir güçtü — dedemin “kız kısmından polis olmaz” sözü gibi, eskilerin laf salatası arasında saklı derslerdi bunlar. Ancak ormanda öğrendiklerim yalnızca merhametle sınırlı kalmadı. Biraz ileride, yerde eski bir tuzak gördük — paslı bir çelik halka, yabani hayvanların ayağını kapatmaya hazır. Bu, insanın doğaya bıraktığı başka bir izdi: acı, ihmal ve düşüncesizlik. Tuhaf bir şekilde, o paslı çember dedemin yüzündeki çizgilere benziyordu; zamana bıraktığı bir iz. Tuzakla karşılaşmak, avımızın anlamını yeniden sorgulattı. Biz burada kazanan ya da kaybeden olmak için değildik; burada olmamızın bir sorumluluğu vardı — korumak, olmayanı onarmak, yanlışları fark edip düzeltmek. Hep birlikte tuzağı devirdik, oradan uzak bir yere gömdük. Küçük bir iyilik belki, ama doğanın sırrına saygıyı sürdürmenin bir yoluydu. Gün ilerlerken ağaçların gölgeleri uzadı; sırtlarımızı hafifçe eğdirip çantaları kontrol ettik. Avcılar arasında konuşmalar başladı. Ben ise daha çok ormanın ritmine, kuşların geçici şarkılarına ve yerdeki küçük izlere dikkat ettim. Avın sonunda ne olacağı hâlâ belli değildi; ama o sabah bana, bilgelik ve vicdanın birlikte yürüdüğünü öğretmişti. Saatler sonra ne olursa olsun, dönüş yolunda taşıyacağımız yalnızca deri ve et olmayacak; beraberinde bir kararın, bir vicdanın ağırlığını da getirecekti.
Ekleme Tarihi: 24 Ekim 2025 -Cuma

BİR AVCININ GÜNLÜĞÜ

Çam ağaçlarının arasında derin bir sessizliğe gömülmek... Günler öncesinden planı yapmış, hazırlıkları tamamlamıştık. Arabanın ardına yüklediğimiz malzemelerle sağa sola gide gele, yol aldığımız dağın olabildiğince yükseğine çıkıyorduk.

24’lük ve 12’lik tüfekler arkada kuzu kuzu yatarken, onlara el sürmek için bile hazırlık yapılıyordu sanki.

Eskileri yâd ederken, nam-ı diğer “Tak Tak” dedemden bahseder, nasıl bir avcı olduğunu anlatıyordum. Çantanın içinde getirdiği tavşanla ilk o zaman tanışmış, yaşımın da küçüklüğünden kıyıp yemeye dahi cesaret edememiştim. Esmer, kuru bir adam olan Tak Tak Osman iyi bir avcıydı.

“Köpeğin ağzına aldığı hayvan telef olmuştur. O, onun hakkıdır; yenmez.” diye usul öğretirken, Askeriye sınavlarına girmemi; “Kız kısmından polis olmaz.” deyip çelişkili sözlerini Nisan“Sana bir şey olur, yüreğin çok yufka.” diye açıklıyordu...

Ve o av sabahı...

Sabahın ilk ışıkları, ormanın sisli yüzüne usulca dokunuyordu. Toprağın nemli kokusu, gece boyunca saklanan sessizliğe çoktan karışmıştı. Uzakta bir kuşun kanat çırpışı ve sesini duyduk; ardından derin bir sessizlik…

Doğa, sanki büyük bir oyunun başlamasını bekliyordu. Avcı, sağ omzundaki tüfeğin kemerini sıkıca kavrarken gözlerini ufka dikti; her ağaç gövdesi, her rüzgâr esintisi ona bir işaret gibi görünüyordu sanki. Ben, av kategorisine giren hayvanları avlayacak taraftan ziyade, sabahın bu serinliğinde ormanı, doğayı anlamaya, hissetmeye çalışanlardandım. Bana iyi gelen buydu. İnsanla doğa arasındaki kadim mücadelenin sessiz bir sahnesi yaşanacaktı, saatler sonra... Ve daha iyi anlıyordum: İnsan elinin değdiği her yer kirleniyordu. Bunu el birliğiyle yapıyorduk.

Neyse...

Tepeyi aştıkça ağaçların arasından selamlayan ışıkların yerleri de değişiyordu. Yok yok, lamba ne arasın dağın başında! Bu güneşti. Yaprakların arasından süzülen güneş, doğayla dertleşiyordu. Adımlarımız dikkatli, seslerimiz ölçülüydü. Bir taşın yuvarlanışı bile yankılanırdı burada.

Köpeğin olmadığı bir av, av olur muydu?

Çocukluğum ve içinde bulunduğum gençliğim canlanıyordu dün gözümün önünde... Dedemin simsiyah av köpeği, tahta kapısı, üzüm asmalarının dolandığı bahçe... Taşlarla çevrili avlu ve sol tarafına yaslanmış, çökmek için ihtiyarların ölmesini bekleyen o ev... Bir avda köpek olmazsa olmazdı. Koku, irade gibi bir şeydi. Onlar kokunun izini sürüyordu; sahipleri de onları izliyordu. Toprak hafif ıslak, çiğ taneleri beni benden alıyordu.

“Çimenlerin üzerinde gözyaşı var” adlı türküyü hatırlamaya çalıştım ama yapamadım. Kelam Sultanı burada da bulmuştu beni; “Gül yaprağının üstünde çiğ damlası” derken, bunu görmenin tek yolu sabah ezanından bir saat önce kalkmaktı. Tebessüm ederek uğurladım Sultan’ımı...

Bir ağacın dibinde sessiz sedasız karıncaları izlerken, nefesleri sıkışmış şekilde dizlerinin üzerine koydukları tüfekleri ateşlemek üzere bekliyorlardı. Kimin kanı toprağa karışacaktı, bilmiyorum ama karıncaları bile ürkütecekti bu ses... Genç bir tavşanın bıraktığı taze izler, sık ağaçların arasında, çalılıkların kıvrımlarında kayboluyordu. İz sürülürken, ben başka bir dünyaya kaymaya her an hazırdım.

Av, sadece “yemek” değil; öğrenilen bir disiplin, paylaşılacak bir saygı olarak görünüyordu. Bir yandan da avcılığın soğuk tarafı ile doğanın masumiyeti arasında büyüyen bir çekişme vardı. Bir avcının ateş etmeden önce tavşanın çaresizliğini düşündüm; nefes alıp vermesi, tüylerinin bile titrediğini... O anda dedemin sözü, kurşunun saçması denk gelmişçesine yankılandı:

“Yüreğin çok yufka...”

Haklıydı.
Aramızda kısa bir sessizlik oldu; biri içgüdüyle “bitir” diyecek gibiydi, diğeri istemeyerek geri çekildi. Ben elimdeki tüfeği biraz gevşettim. İlk defa almıyordum bu tüfeği elime ama hiçbir zaman bir canlıya doğrultmamıştım...

Ritüelin en zor parçasıydı: elini çekmek mi, yoksa işi tamamlayıp ritüeli yerine getirmek mi?

Tavşanla bakışlarım çarpıştı — bu mümkün müydü? Tabii ki değil!

Sonunda, avcı grubumuzdan yaşça büyük biri adım attı:

“Gitmesine izin ver.” dedi, sesi ağaçların arasındaki rüzgâr kadar yumuşaktı. Tavşan çoktan kaybolmuştu.

Yürümeye devam ettik; içimde hafif bir boşluk ve aynı zamanda bir açıklık vardı. Avdan vazgeçmek zayıflık değil, farklı bir güçtü — dedemin “kız kısmından polis olmaz” sözü gibi, eskilerin laf salatası arasında saklı derslerdi bunlar. Ancak ormanda öğrendiklerim yalnızca merhametle sınırlı kalmadı. Biraz ileride, yerde eski bir tuzak gördük — paslı bir çelik halka, yabani hayvanların ayağını kapatmaya hazır. Bu, insanın doğaya bıraktığı başka bir izdi: acı, ihmal ve düşüncesizlik.
Tuhaf bir şekilde, o paslı çember dedemin yüzündeki çizgilere benziyordu; zamana bıraktığı bir iz. Tuzakla karşılaşmak, avımızın anlamını yeniden sorgulattı.


Biz burada kazanan ya da kaybeden olmak için değildik; burada olmamızın bir sorumluluğu vardı — korumak, olmayanı onarmak, yanlışları fark edip düzeltmek. Hep birlikte tuzağı devirdik, oradan uzak bir yere gömdük. Küçük bir iyilik belki, ama doğanın sırrına saygıyı sürdürmenin bir yoluydu. Gün ilerlerken ağaçların gölgeleri uzadı; sırtlarımızı hafifçe eğdirip çantaları kontrol ettik. Avcılar arasında konuşmalar başladı. Ben ise daha çok ormanın ritmine, kuşların geçici şarkılarına ve yerdeki küçük izlere dikkat ettim.

Avın sonunda ne olacağı hâlâ belli değildi; ama o sabah bana, bilgelik ve vicdanın birlikte yürüdüğünü öğretmişti. Saatler sonra ne olursa olsun, dönüş yolunda taşıyacağımız yalnızca deri ve et olmayacak; beraberinde bir kararın, bir vicdanın ağırlığını da getirecekti.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.