Zaman...
Ayaklarının üzerinde, dimdik, susmuşlardan gelmiş. Belli ki yorgun, belli ki kırgın... Söz söylemeye, halini izhar etmeye dâhi tâkati kalmamış... Sağ omuzundaki heybesinden, sol eliyle çıkarıp uzatıyor dinlenmiş direniş gösteren cümlelerini...
Direniş gösteren cümleler... Asker gibi diziliyor önümde. Sağ baştan saymama gerek yok; hepsiyle göz göze yürek yüreğe ilerliyoruz... Birine karışıp dâhil olma lüksünü bulamıyoruz... Bir kalp, bir gönül, bir yürek arayışı içerisinde değildik lâkin arayanada sırt çevirmez halde ..
Saçlarımın uçlarına taktığım umutlarımı teker teker alıp her bir cümleye dâhil ediyorum. Beyazlamaya yüz tutmuş saçlarım yolun ne kadar olduğunu aşikar ediyordu ama kestiremiyordum. Attığım bir adımda yoldu, bir ömür yürüdüğümde... Elimi uzattığım gökyüzü kadar mesafeli olan insanları düşünmek istemiyorum. Küçük bir tebessümü sol yanıma koyup, yolları açık olsun diye uğurluyorum. Mizana dâhi katmıyor, kâr zarar hesabı etmiyorum. Varsın gidenler benden gitsin, alacak hesabıma düşsün. Borç hesabına düşmesindense...
Muhasebede Borç kısmı her zaman artıyı(+) gösterirken Alacak kısmı ise (-) eksiyi göstermekteydi. Defterlere çizdiğimiz te (t) cetvelin soluna borçları, sağına alacakları yazar dönem içinde yapılanları küçük bir göz gezdirirdik...
T cetvelin her iki kısmında yani tablonun iki tarafında eşitliği sağlamak için; dönem net kârı (safi kâr) tablonun sol tarafına en son kalem olarak, dönem zararı tablonun sağ tarafının en son kalemi olarak belirtilir. Tabloyu iyi okumak lazım. Bir kere neyi, nereye yazdığını bilmez hesabı kaçırırsanız düzen hep bozuk gider... Bozuk düzenin hesabı ne kadar düzgün olur? Sayıların arasına yerleştirilmiş, direniş içinde olan cumlelerimi bakıyorum...
Gören gözlerimin artık feri kalmamış, insan yıldızları ne kadar seyredebilir ki..Soru cümlesimi yoksa kendi halimi düşünme, sorgulama halimiydi bilemiyorum ama kaldırıyorum cümlesini, imlâ kılavuzunun...
Eczane'ye giriyorum. Saat kaç, bilmiyorum. Nöbetçi olduğuna ve havanın hayli karanlık olmasından dokuz gibi varsayıyorum... Adam, tanıyor gibi bir kaç göz atıyor. Tanıyor, tanıyor. Biliyorum. Benim bilmem bir şey ifade etmeyeceğini bildiğimden karşımdaki insanın beni hatırlamasını bekliyorum. Uzun zamandır görmediği için bir kaç defa bakıp emin olmayı yeğleyen adamın kaçamak bakışlarının ardındaki ilk sorduğu soruya evet diyordum... Aklım etraftaki yığılı olan ilaç kutularında. Bu saatte bu kadar ilaç neden masanın üzerindeki? Diye sormamak için zor tutuyorum kendimi. Bana ne(!) ah bu merak! İlk defa dağınık görüyorum burasını... Olabilirdi. Vardır, elbet bildiği, işlediği...
Elimdeki reçeteyi uzatıp, adamın konuşmasına dâhil oluyorum. Memleketlim, hemşerim. Başka? Okuyucum? Evet, evet olabilir. Okuduğunu beyan etmişti zaten. Unutmamış bazı küçük bilgileri vakıf olup dillendirmesinden belli yoksa Kocaeli'de misin hâlâ diye sorar mıydı? Yazılanlara göre de bir ilacı var mıydı? Elbette vardı. Tecrübesini ilaç niyetine kelama bulayıp etse.
Körfez'i ne hâle koydular dedi. Sustum, ne oldu acaba en son körfezde diye düşündüm biran... Lan! bir şey yaptılarda benim mi haberim yok. Ben gazeteci geçiniyorum ya! Adam suskunluğumdan kirlilikten bahsettiğini bir çırpıda söyleyiveriyor... Ve ekliyor sen gazetecisin, bilirsin diye. Gülemediğim için körfezde bir şey mi Dilovası ondan da pis diye kapatıyorum . Aklıma sırf bu yüzden kanser olup ölen tanıdıklar geliyor. Bunu da diyemiyorum. Fazla izahat her daim insanları sıkar(mış) Vakit olsaydı, belki o kapatmazdı. Çabuk kapatılacak konu değildi kirlilik...
Peki ya kir neydi? Üzerimizin, denizin, havanın kirli olması neyi ifade ediyordu.Tabi ki insanın ne kadar pis olduğunu... Kir denen şey çamurdan ibaret değildi. Biliyorduk. İnsan temiz olsa etrafı kirletir miydi? Buradan üst baş temizliğinden bahsetmiyorum. İnsan önce zihnini, fikrini ve eylemini temiz tutsun ki çevresi, muhiti de öyle temiz olsun... Yoksa avamı kim uyandıracak. Temiz olanlar daha iyi bilir...
Gazeteci geçiniyorum, dedim ya. Bu yazıdan ekmek yediğim ya da gazeteci havasında olduğumdan değil. Tam tersi. Yazdığımı nedense gizlerim. İş yerinde bile bir sene sonra öğrenmişlerdi. Ben gazeteci değilim.Dışarıda ne iş yapıyorsun sorusuna özel bir şirkette çalışıyorum cevabını verir geçerim. Ayrıntı vermeden, izahat getirme zorunluluğu olmadan... Adımın ne önünde ne sonunda sıfat yok. Dupduru Ismahan Çeribaşı'yım. Yaptıklarım, yapmak istediklerim adımın anlamına yakışır işler olsun, adımın içerisine anlam yüklemek için. En nihayetinde insanım ( çok şükür) bu yüzden bir eser bırakmak istiyorum, semer değil... Kısa sohbetler bu kadar yazdırıyor işte... Uzun sohbetlere tâkat getir miyim bilemiyorum. Aylar önce sohbetini sevdiğim biriyle ümit etmiştim. Dar vakitlerde değil de uzun zaman diliminde, çay eşliğinde. Uzun uzun dinlemek, uzun uzun konuşmak. İnsanoğlu ümit ettiği yerden vurulmakla meşhurdur. Nasip olmadı. Hep dar vakitlere denk geldik. Öyle dar ki zaman...
Yani demem o ki kalem hep alacak(-) kısımda durdu... Lâkin kalemden dolayı tanıdığım bazı şahsiyetler var bunları (+) borç hanesine yazıyorum. Bunlar benim öz kaynağım, devredilmez ve satılmazlarım gibi... Öz kaynağı olmasa gönül ucundan kalem ucuna gelir miydi? Elbette gelmez. Lâkin şu düstur ile; gelene niye geldin demedigim gibi gidene de gitme dememekle yani demem o ki geleninde, gideninde kapısı açıktır...
Neyse, ne diyordum gazeteci geçiniyorum ya (!) kendi söylediğim söze katılmıyorum. Ben bu yaşıma kadar ekmeğimi hep okumuş olduğum alandan yedim. Bazılarınız beni bildiği için Muhasebe diye kendi kendine cebap verdi. Tanımayanlara cevap niteliğinde oldu...
Adını yıllar önce babamdan öğrendiğim bu eczanenin sahibini Allah'a emanet edip ilaçlarımı alıp çıkıyorum... Daha öncede konuşmuştuk. Ayaküstü, bir ilaç alıp çıkıncaya kadar... Kısa, öz ama net çıkarımlar yapacak kadar. Yaşı ve mesleğinden dolayı bizim buranın tabiriyle "goca köyü" tanıyordu... Allah selamet versin, duasıyla...
Saat, 06.04 gün bile çoktan devrildi. Uykum öbür güne ayık geçmesi hasabiyle gözlerim diken gibi batıyordu artık. Cenk meydanından çıkmış düşüncelerim uyusa iyi edecekti ama yazmam gereken ve tutturmam gereken bir mizanım vardı... Zarar sayılır mıydı bilemiyorum ama zararın neresinden dönersek kârdır deyip durumu lehime çeviriyorum... Çevirdiğim bu durumdan gönül dâhi göz hanemden çıkarmalar yapıp bir sonra ki günün fişini kesmek üzere faaliyete koyuluyorum...
Muhasebeden, eczaneye kısa bir geçişten sonra ki durağım kendim oluyorum. Dönüp dolaşıp geldiğim tek nokta...
Bu saatte aklıma gelenleri değilde gönüle düşenleri yazmak etfal deyip devam ediyorum, öbek öbek sıralanmış cümlelerden... " Susmak, cümlelerin istirahat halidir. İstirahat bitince çıkan cümle dinç olur" Doğru. Çok konuşup cümleyi dâhi cümle âlemi yormanın âlemi yok. İnsan konuştukça değil sustukça yeri oluyor. Bu aslında karşımızdaki kişi ile alakalı... Sizi ne kadar susturdu veyahut ne kadar konuşturdu... Rahmetli dedemin demesiyle ( annemin babası) "Allah iyilere çattırsın"...
Kağıdı, kalemi bırakıp olan sabahla beraber ötüşen kuşlara dikkat kesiliyorum. Bu saatlerde uyanık olun diyen kelam sultanım boş yere demiyordu... Son yirmi dakika güneşin doğmasına... Doğan güneşle yırtılan geceden, aydınlığa kavuşan gözlerimi artık yumma zamanı...
İlaçta uyuturdu ama bizim kendimizi uyuttuğumuz gibi değil. UYUMAYIN! UYANDIRIN!
( Aslında bu yazı tam bir hikâye oluşturulacak düzeyde ama gazete için zira uzun yazı okuyucuya sıkıntı. )
