"Akıntıya kürek çekme, benim gibi."
Kulağıma küpe olacak bir öğütten ziyade, yaramaz bir çocuğun kulağını çeker gibi söylenmiş bir sözdü bu. Söylerken yüzünde beliren tebessüm; acı hatıraların, hatta buna sebep olanların isimlerinin bir anlığına zihnine geldiğini ama tüm olanlara rağmen artık öfkelenmeyi bile bıraktığını gösteriyordu. Sanki “Allah’a havale ettim” dercesine…
Günübirlik sıla-i rahimin ardından, uzun zamandır gitmekte geciktiğim bir ziyareti gerçekleştirmek de nasip oldu. Her zamanki gibi, evin hanımı bütün naifliği ve içtenliğiyle sarılırken; adam, tokalaşmak suretiyle elini uzatıp oturulacak odayı işaret etti.
Çay eşliğinde demlenen sohbet, sağlık üzerine kurulmuştu. “Hep biz konuştuk, sen anlat biraz,” sözü üzerine ben de “aynı” diyerek son gelişmeleri aktarırken, adam ikinci kez –sanki yanlış bir davranış içindeymişim gibi– “Hâlâ konuşuyor musun onunla?” dedi.
Adam; sağlam bir dostun, sağlam bir abinin, sağlam bir babanın edasındaydı. Bu yüzden tereddüt dahi etmeden “Evet,” dedim. İkindi namazı hazırlığı içinde olan adam, sıvadığı kollarını biraz daha yukarı çektikten sonra hiçbir yorum yapmadan yerinden kalktı.
“Anlatsam olmaz, anlatmasam olmaz,” dediğim olayları “Günaha sokmayayım sizi,” deyip geçiştirmekte buldum kendimi.
Adam, yetmişe dayadığı yaşının verdiği olgunlukla, fazla konuşmadan ama varlığıyla çok şey anlatan biriydi. Esmer teni, yılların güneşiyle kavrulmuş gibiydi. Alnındaki çizgiler ise sadece yaşlılığın değil, vaktiyle çokça susarak geçirdiği zamanların da izi. Sakalları düzensizce beyazlamıştı, ne tamamen ak, ne de gençliğin inatla tutunduğu koyu tonlarda. Sanki hayat, onun yüzünde kararsızca çöreklenmişti.
Ama bakışlarında bir netlik vardı; insanı çekip kendine anlatmaya zorlayan değil, aksine “Anlatmak istersen buradayım” diyen, yorulmuş ama hâlâ sağlam duran bir duvar gibi. Elini sıkarken ne fazla bastırır ne de gevşek bırakırdı; karşındakine kendini önemsetmeden, değer veren bir adamdı. Otururken sırtını yaslar, dizlerini hafifçe açıp ellerini dizlerine koyarak karşısındakini dinlerdi. Belki gençliğinde çok konuşmuştu ama artık konuşmaktan çok, duymayı öğrenmiş gibiydi. Sadece bakışlarıyla bile yargılamadan sorgulayabilen nadir insanlardandı.
Eşi ise onun aksine, daha sıcakkanlı, daha çabuk kendini açan bir yapıdaydı. Beyaz yüzü, yılların zerafetiyle yumuşayıp durulmuştu. Gözlükleri gözlerine değil de, adeta yüreğine takılmış gibiydi; çünkü birine bakarken sadece görmez, hissederdi. Misafirini görür görmez yüzünde beliren tebessüm, kalpten kopup gelen samimiyetin aynasıydı. Ne kucaklaması yapmacıktı, ne de ikramı görev bilincindendi. Her hareketinde “sofram ekmeğindir” diyen eski zaman kadınlarının izleri vardı.
Evin içi de onlar gibiydi; ne gösterişli, ne de özensizdi. Her şey yerli yerindeydi. İnsanın içini ısıtan bir havası vardı. Yaşanmışlıkların bıraktığı samimi bir iz... Duvarlardaki fotoğraflar, sessizce geçmişi anlatıyor; odaya giren her misafiri önce zamana, sonra kendine buyur ediyordu.Torunlarına ait resimler, hayatlarının bundan sonra ki gayesini açıklar gibiydi.
Kadın çayı incelikle bıraktı, adam ise göz ucuyla bardağın sıcaklığını yokladı. O anda konuşmadılar ama ikisi de aynı şeyi düşündü:
“Bu da geçer...”
Bütün bu duygular içinde, son iki yıl boyunca hayatımdaki hiç kimseye güvenmediğimi fark ettim. Farklı yorumlar, farklı anılar kucağıma bırakılırken; sanki onların düşündüklerini düşünmemi istercesine anlatmalarına artık tahammül edemediğimi...
Bu güvensizliğimi, karşımda oturan adam çoktan anlamıştı. Bu yüzden "Daha 2 aylık değil... Ondan öncesi de var," demişti.
Ne kadar kırıldığımı, ne kadar beklenti içinde olduğumu ve o bütün beklentilerin altında kalınca ne hissettiğimi kendime bile anlatamazken, gerçekler sessiz sessiz tokat gibi yüzüme vuruluyordu. Oysa hiçbir mevzu olmamıştı ama herkes her şeyi biliyor gibiydi.
Kimin yalan, kimin samimi olduğunu; neden yalan söyleme gereği duyulduğunu düşünürken, “Her ne olduysa oldu,” deyip bir defteri çoktan kapatıp Allah’a havale ettiğimi ilan ediyorum. Çoktan alınmış bir kararı neden bugün dile getirdiğimi, evin kapısından çıkıp ayrıldığımda anlıyorum:
Kırgınlığım geçmemişti. Biraz daha zamana ihtiyaç vardı...
Bizi bilen, insanların sofrasında diz çökmenin huzuru içinde; kendi çıkarları doğrultusunda, arkadan, planlar dâhilinde iş çeviren insanlardan uzak olabilmeyi niyaz ediyorum.
Allah’a emanet canlar...
