Baş parmağım ile işaret parmağımın arasında dolaşan taneler… Sessiz, sabırlı, usul usul… Her biri zamanla yontulmuş gibi pürüzsüz, ama geçmişin dokunduğu her yüzey gibi içten içe çatlak. Yeşil kehribar tesbihim… Rengi ne tam zümrüt, ne de yosun. Bir yanıyla toprağa düşmüş ilkbahar yaprağı gibi canlı; diğer yanıyla mezarlıkların gölgesinde solmuş eski çiçekler kadar buruk. İçinde zaman donmuş gibi: bazen çam reçinesinin sarımsı damarlarıyla güneşi tutuyor, bazen camın içindeki sükûnet gibi soğuk ve durgun.
Parmaklarımda dönerken çıkardığı çıtırtısız ses… Sessizlikten doğan bir ritim. Ne tam bir melodi, ne de sessizliğe mahkûm bir susuş. Sanki içimdeki duyguların ağırlığını çeken bir derviş gibi… Her dönüşünde başka bir yüzünü gösteriyor ve bir dua oluyor, kalbin ucunda bekleyen. İçimde yankılanan o eski harfler, taneciklerle birlikte dökülüyor avuçlarıma. O anlarda kehribar sanki gökyüzünden bir parça taşımış gibi hafif. Allah’ın merhametini düşünürken bir kuş tüyü gibi süzülüyor elimden.
Her tanesi, bir rahmet damlası gibi. Üzerime çöken yorgunluğu alıyor, yerine serin bir güven bırakıyor. O tesbihi çekerken sanki dünya yavaşlıyor, zaman eğiliyor, sesler geri çekiliyor. Ama işte... Her zaman öyle değil. Bazı günler, yeşil kehribar kararıyor gözümde. Rengindeki fer yerini ölgün bir bakışa bırakıyor. O vakitlerde elimde dönen her tanede biriken sabrın yükü var. İçime attığım kelimeler, bastırdığım isyanlar, yarım kalan cevaplar... Her biri, kehribarın içinde bir yankı buluyor. Parmağım bir taneden diğerine geçtikçe, her biri bir kırgınlığın, bir hayal kırıklığının, bir iç çekişin tespiti oluyor. Ne kadar sessiz görünse de, bu sükûnetin altında taş gibi ağır bir öfke var. Sanki taneler birbirine çarptıkça içimdeki kabuklar çatlıyor, ama yine de taşmıyor hiçbir şey. Her şey, sadece sayılıyor.
Sonra bir durgunluk... Bir boşluk hâli. Ne dua var, ne öfke. Tesbih artık yalnızca ellerimde değil, sanki kalbimin ritmine bağlanmış. Her dönüşü, bir nefes. Her sessiz tanesi, bir duruş. Düşüncelerim ağırlaşıyor, tanecikler ise neredeyse hareketsiz. İçimde sessizce yürüyen bir yolcu gibi… Ne geldiğini söyler ne gittiğini.
İyi bir yolcuydu. Her tanesi bir veda gibi. Bazen dua taşırdı, bazen yük.
Sabrımı, öfkemi, inancımı, hepsini tek tek saydım,
Ama dökmedim. İki parmağımın arasında dolanırken taneler, her ayın ilk haftasında antika pazarına giden o adamı anımsıyorum. Yarım yamalak bildiğim bilgilerle gözümün önünde canlanıyor. Elinin beline vurup yavaş adımlarla gezindiği. Bakışlarını kısıp bir kuyumcunun terazisi gibi hassas gözleriyle tarttığı... Ve işte o an tekrardan kalem, kağıda meftun kalıyordu...Bu sefer hikâye adamın üzerinden başlıyordu.
Sabahının ilk saatlerinde, henüz çadırların çivileri yeni çakılmış, eski halıların tozu havaya karışmışken belirdi. Kalabalığın arasından değil, sanki bir hatıranın içinden çıkmış gibi ağır adımlarla. Uzun boyu, güneşin henüz yükselemediği gökyüzüne yazılmış bir çizgi gibi. Omuzlarındaki yük görünmüyordu ama adımlarındaki yavaşlıkta, gözlerindeki puslu kararlılıkta seziliyordu.
Saçları, kış güneşine tutulmuş gümüş teller gibi ışıldıyordu rüzgârda. Ama asıl dikkat çeken, o gözlerdi… Şahin bakışlı derler ya! Onun bakışlarında bir dağın yalnızlığı, bir ovada sabaha kadar nöbet tutmuş bir askerin sessiz uyanıklığı vardı. Ne aradığını kimse bilmezdi, ama sanki her tezgâhta kaybettiği bir zamanı, unutulmuş bir sesi ya da gömülmüş bir hatırayı arar gibi dururdu.
Antikaların ve tesbihlerin dizili olduğu tezgâhlara yaklaşırken elleri cebindeydi. Dokunmadan önce bakardı hep. Uzun uzun. Parmaklarıyla değil, bakışlarıyla tartardı tesbihleri. Sanki tanelerin yüzeyinde görünmeyen bir yazı vardı da, o yalnızca gözleriyle okuyabilirdi. Bir tanesini seçtiğinde, onu eline alışında bile bir merasim havası olurdu. Parmaklarının arasında döndürdüğü her tanede bir veda, bir selam, bir sükût gizlenirdi...
Kehribarın önünde durduğunda zaman bir anlığına durdu sanki. Gözleri, tesbihin rengini değil, içindeki yankıyı yokladı. O taneciklere dokunduğunda, başka kimsenin duyamadığı bir çıtırtı yayıldı havaya. Sanki yılların içine gizlenmiş bir ah sessizce dışarı sızdı. Her taneyi tek tek elinden geçirirken, o eski parmakların nasırlarında bir geçmiş geziniyordu. Belki gençliğinde beklediği bir haberin gelmediği gün, belki bir mezar başında sustuğu an, belki de çocuklarının büyüyüp uzaklaştığı bir ikindi.
Onun sabrı sesli değildi. Haykırmazdı. Ne dudaklarından bir dua dökülürdü ne de gözlerinden yaş. Sabrı, taş gibi ağırdı. İçinde yılların sabırla ördüğü duvarlar vardı. Öyle bir sabır ki, ne zaman çatladı bilinmezdi; ama her çatlak, ayrı bir hikâyeydi.
Tezgâhtaki genç satıcı, onun bu suskun merasimine ilk kez tanık olmuş biri gibi heyecanla izliyordu. Cesaretini toplayıp sordu:
"Nasıl buldunuz?”
Adam başını yavaşça kaldırdı. O şahin bakışlı gözler, genç çocuğun yüzünde birkaç saniye durdu. Sonra yine tesbihe döndü.
“Baktım,” dedi, “ama bazı şeyler sadece bakılır.”
O an çocuk anladı ki bu adam, yalnızca tesbih değil, zamanın içinden geçen sabrı da tartıyordu. Tesbihi aldı, elinde çevirdi. Dudakları kımıldamadı ama sanki her tanede kalbinden bir şey çözülüyordu. Her dönüşte biraz daha ağırlaşıyor, biraz daha hafifliyordu.
Sonunda tesbihi yerine bıraktı. Ama sanki bir şeyini de orada bıraktı. Belki bir hatırayı, belki de bir yükü.
Arkasını dönerken pazar yavaşça eski sesine kavuştu. Ama onun geçtiği yer hâlâ sessizdi.
Çünkü bazı adamlar, yürüdükleri yerlere yalnız ayak izlerini değil, sabırlarını da bırakırlar ya da bıraktırırlar...
