Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir
Gâh olur gurbet vatan gâhî vatan gurbetlenir"
Diyarbakır'lı Hami böyle demiş. Yani gönül ehli insanlar nerede itibar görüyorsa daha doğrusu nerede insanlar ondan faydalanıyorsa onlar için orası vatandır. Öyle ya kıymeti bilinmeyen her şey ziyan oluyordu.
19 Mayıs Pazartesi günü bana ayrılan zamanın içerisinde karşıma çıkmıştı bu söz. Sağ elimi satırların üzerinde gezdirirken dalıp dalıp gitmiştim uzaklara. Bundan 11 yıl öncesine...
Pişirme konusunda babamın attığı temel taşları bugünlere hazırlık yaptığını kendisi de biliyor muydu? Acaba. Babam, önümdeki en büyük engel olurken bir o kadar da tek örneğimdi. Şuan hâlâ devam ettirdiğim çoğu alışkanlıklarımı kazandıran babamın sohbetleri ve davranışları sayesinde diye başlıyorum düşüncelerime. Hüzünle beraber küçük bir tebessüm gelip oturuyor kucağıma....
"Boynuz kulağı geçer" derler zaman bunu göstermişti. "Gitte burnun sürtülsün" diyen babamın ocağından ayrılalı tam 11 sene olmuş. Dolu dolu 11 sene... Kalabalık bir sofradan kalkıp tek başıma yemek yemeye çalıştığım; lokmaların boğazıma dizildiği o ilk bir sene pişmem için ateşi yakmıştım.
İlk yazmaya başladığım zamanlardaki yazılarıma baktığımda hep bir arayış içinde olmuşum. Beni ben edecek o kelamın peşine düşme derdi hep yük olmuş. Nasip denen şeyin ilk önce kelam olduğunu inanan benliğime aslında kelamı duymak ya da okumak için çıkılan yolunda nasip dairesi içinde olduğunu nasıl kabul ettirememişim; hayret!
Yaşadığım devirle çatışıyor ve ben bu devrin insanı değilim diye zıtlaşıyordum. Lise 1 de soyutlamıştım kendimi bu devirden. Yemekten sonra babamın geçmişten verdiği hayatından kesitler ile, dedemin dizinin dibinde oturup ölüme teşne olan, Azrail'in her an 'canını alabilirim' tehditleri içinde yaşım değil ama başım büyüyordu... İnsan sevdiklerini kaybettiği zaman ölümü sevmeye başlıyordu. O zaman korkmuyordu nedense.
11 sene sonra artık bu devri sevmek değilde içinde bulunduğum zamana ayak uydurmayı öğrenmiştim. Doğrusu buydu. Mücadele denen şeyi tecrübe ile yoğurdukça harmanlanan şeyin sonucunda bana kalanlarla yol yürümeyi öğrenmek. İtiraf etmem gerekirse bunu çok zor öğrendim hem de çok zor...
Aile ve okuldaki yapı taşlarının üzerine her ne koyduysam ya da koymaya çalıştıysam adının gurbet olduğu ama benim çokta gurbet sayamadığım bu yerde öğrenmeye çalışıyordum. İlim öğrenmek isteyen insan en azından niyeti olana gurbet ve zillet şarttı. Şüphesiz. Çabalıyorsunuz ya! Emeğinizi kattığınız her şey sizde kalıyordu. Ben, bende kalanlarla 11 seneyi doldurmuştum.
Ama gurbet denen şey farklı bir olgunluktu. Sabır gibi. Başı acı sonu baldan tatlı olan...
Gurbet ...
Gurbet bazen bizim içimizdedir. İnsanın oturduğu ev bile insana gurbet gelir. Çünkü anlayanı, dinleyeni yoktur. Bazıları içinde bu tam tersidir. Gurbettesindir lâkin orası senin için vatan olmuştur. Eskilerin bir sözü vardır. "Cahile her yer gurbet, alime her yer vatan" derler. Bu ilk başta dediğim Diyarbakırlı Hami'nin sözü ile özdeşiyordu. Yanlış anlamayın kendimi alim zannedip büyüklenme değil sadece damla bile olamayan ve sürekli aramakla meşgul olan benliğimi ararken bulduğu o hazzın bir saye'si yazdıklarım. Velhasılkelam
"Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.
Ne arzum, ne emelim...
Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde." (Kemalettin Kamu)
