"Rızasız bahçenin gülü derilmez" unutmayın! Dedikten sonra rızasız, bahçeden kopup giden birinin hikâyesini kaleme alalım...
Biz bir bankta oturmuş, birbirini tanıyan iki yabancıyız... Az sonra ikimizde kalkıp gideceğiz ve o bank arkamızdan " iki yabancı diyecek" dalıp giden gözlerimi bilmeksizin...
Başım önde, önümde "anne" sıfatına bürünecek bir kadın. Gözyaşlarımı sakladığım yeşil örtünün altında ağlıyorum. Avuç içlerimi açmış yakılan kınaya bakıyorum. Beni bırakma anne gitmek istemiyorum!
Daha biraz önce er meydanında oynayan herkesin gözünde yaş, öldüm mü yoksa ölüme mi gidiyorum?
Bu uğurlama neyin nesi anlamıyorum. Sol yanımda oturan adama bakıyorum, yeşil örtüyü kaldırıp alnımdan öpüyor, sarılmak gelmiyor içimden...
Anne, neredesin?
Önüne oturtup ördüğün saçlarımı başka ellere verme. Senden başka kimseye anne demek istemiyorum. Göğsünde nefesimi vermek istiyorum. Ağıt yakma ne olur, gelinliğimi at gitsin bir bayrakla ört... Senin kokun dışında koku bilmedim ben. Bütün çiçeklerden daha güzel olan sensin. Ocağı tütmez evlere salma beni. Yıldızlara takılıp kaldı benim umutlarım, tenim sende kalsın toprağa bari sal beni.
Ne ayları ne günleri takip ediyorum bu aralar. Gelin olmak, gelinlik giyme gibi hayallerimin dışında başka düşlerim var benim. Avucuma kına yakmayı seven ben bu sefer ki yakılan kınaya bakınca içim acıyor. Sağ elimdeki yüzüğü, sol elimin iki parmağı ile çıkarıp bakıyorum. Nişan yüzüğü mü bu! Kime kurban ettiler duyan, gören var mı?
Sol yanımı yokluyorum. Derinlerde bir yara saklanmış kanamak için zaman kolluyor. Sakın! Diye uyarıyorum. Şimdi olmaz, bunca insanın içinde değil.
Anne! Dağıt şu insanları, gitmek istemiyorum. Biri kulağıma eğilip bu kadar ağlama, ayıp olur! Diyecek oluyor. Kovuyorum başımdan. Son kez kendi başıma kaldığım hâlimi dokundurmuyorum... Annem nerede? Bulamıyorum. Gözlerim babamı arıyor. Son bir umut ona seslenecek oluyorum. Olmuyor. Uyumak istiyorum bir daha uyanmamak üzere... Taş, toprak olmadan gömdüğümüz insanlar da vardı. Tırnaklarımla kazıp gömdüğüm ne varsa çıkarmak istiyorum... Yüzük sağ elimden sol elime geçiyor. Ne oluyor demeye kalmadan "kocalığa kabul ediyor musun?" Diye soruyor biri. İkide şahit bulmuşlar. Ne oluyor, anne!
Anne yok, baba yok (!) herkes karşımda dudaklarımdan çıkacak kelimeyi bekliyorlar, evet diyemiyorum. Kaçacak bir yerimde yok. Gökyüzüne bakıyorum. Güneş çoktan batmış, akşam karanlığı çökmüş. Allah'ım o zaman bu zaman olsun diye dua salıyorum, yıldızlar tutuyor... Elime bir kalem uzatıyorlar. Yazı yazmak yok, tek bir şey için, imza! Ben neye, neden evet dedim diyorum. Sol yanımda duran adam mutlu. İkinci öpücüğünü konduruyor alnıma. Gözlerimden öpen dedem nerede? Yok! Bırakın ben bari gideyim diyecek oluyorum, yapamıyorum. Er meydanına çıkarıyorlar. Dar ağacı da yok ki!
Belimden kavrayan adam kendine çekiyor, o zaman anlıyorum tutsaklığımı. Açık ceza evinin günleri yazılacaktı bundan sonra. Annemin ördüğü saçlarımı kesip atmak istiyorum. Belime kırmızı kuşağı dolayan babam, kurbanlığından emindi. Dedem olsa müsaade etmezdi. Öptüğü gözlerimden bu denli yaş gelmesine.
Evlenmek isteyen insanların ayakkabının altında ki isimlerini ezdikçe bundan sonra ne olacağı hakkında fikir edinmeyi bırakıp herkese düşmanlık besliyorum ... Evden gelin değil cenaze çıkıyor. Kına değil bir helva kârın diyesim geliyor. Ağlamayı da bırakıyorum...
Kendi dar ağacımı kuruyorum. Yaşayan ölüden farkı olmayan kendimi değil de beklediğim bütün durakları asıyorum.
Evlendim, şükür! Diyorum...
Kınayı şimdi getirin!
