İstanbul…
Arabaya park yeri buluncaya kadar minareden sabah ezanın sesleri yükselmeye başlamıştı, Geç kalmıştım; cebimde durmadan öten çalar saatin şakırtısı bunun alametiydi... Arabadan iner inmez gözlükler su damlacıkları ile dolmuştu... Sonrası malum zaten ıpıslak...
Söylene söylene gidiyorum Marmaray denen trene...
'ulan diyorum, ulan!
Sus!
Cebimden telefonu çıkarıp kapatıyorum çenesini...
Ahaa! Kaçtı işte 06.50 treni...
Oturdum ezanın son deminin kollarına bıraktım kendimi "Allahu Ekber, La ilahe illallah"... Ufak bir tebessüm yerleştirip, ne oldu dedim, kendi kendime... Onca koştun ne oldu?
Zamanı hep ıskalıyordum...
İkinci gelen 07.00 trenine bindim... Karşıma oturan 50 yaşlarındaki adam gözlüğün camını peçete ile sildikten sonra kulaklığını çıkardı. Sabah sabah ne dinleyecek?' Diye düşünmeden yapamadım...
Neler düşünüyorsun diye kendime çeki düzen verip ben de kulaklığı çantadan çıkardım... Sedat Anar'ın ezgilerini yoldaş edinmek hiç fena olmayacak sanırım... İyi gelirdi, 55 dakikalık yolculuğuma... Nasıl uyumsuz ruh hâli içinde olduğumu kendime gösterir gibiydim...
Göz kapaklarım çok ağır, oturduğum yerden uykuya dalacak gibiyim. Kulaklığı ve telefonu çantama attım...
Bugün uyuma zamanı... Kapan gözlerim, uyu!
Havada yağmur…
Yapacak bir şey bulamıyorum ne müzik dinlemek istiyorum ne yazı yazmak ne de kitap okumak, konuşmaya bile mecalim yok. Söyleyecek sözlerim kaybolmuş gibi...
Reşit değil daha hiçbir şey... Gün de ağarmadı. Hadi!
Metruk bir ev gibiyim. İçim anılarla dolarken dışım harabe olmaya yüz tutmuş... Bahçemde açan çiçekler hep solmuş da bir bahçıvanın gözlerinde işe yaramaz hâlde... Ağaçların dalları çalılığı andırır vaziyette... Ayrık otları, girişi tehlikeli bir ortamı andırırken; bahçesinden bir elmaya uzanacak çocuk eli bile yok... Yoldan geçenler merakla başını sola çevirirken tanımadığım onca yüzlerin merakı içime işler vaziyette...
Trende insanları izliyorum... Tek başına oturup düşüncelere dalanlar, uyumaya çalışanlar, müzik dinleyenler, telefonda oyun oynayanlar, telefonda konuşanlar, kitap okuyanlar...
Kaçacak, saklanacak bir yerim kalmamış... Ev yıkılmaya yüz tutmuş olsa da etrafını sarmaşık gibi anılar sarmıştı... Nereye gitsem, ne yapsam onunla karşılaşıyorum...
Yoruldum dersem yalan olurdu. Seviyordum senin ikliminde gezinmeyi...
Soğuk şehrin, soğuk insanları…Kadim İstanbul... Nazlı bir yâr gibisin... Trafiğin ve içinde barındırdıklarınla nazlanırken tarihinle beni kendine, içine içine çekiyorsun...
..."Ya taze gül yahut diken,
Kahrın da hoş lütfunda hoş.
Sensin ebed, sensin ezel,
Hem lütfu hem kahrı güzel,
İster isen, bağrımı del!
Kahrın da hoş lütfunda hoş."
Bostancı durağına bir durak kala yerimden kalkıp dışarıyı izliyorum... Dakikalara olan takıntım yüzünden huzursuzum; beynimin içinde 13 dakika gecikmiş olmanın sancısını bugün bir şekilde telafi etmem lazımdı... Her şey zamanında olmalıydı. Bilgisayar, çantamı bile bırakmadan açılmalı, bir bardak çay masaya konulup, haber sitelerinde gezilmeli; bir yandan da ağzıma bir şeyler atmam lazımdı ki sekiz buçuktaki mesai saatine hazır ve nazır olayım... Evden çıkarken, kapının önünde ayakkabı bağı ile uğraşmak bana zaman kaybettirmişti... Tahammül sınırlarımın gitgide zayıfladığını hissediyorum... Herkese, her şeye karşı değildi elbet ama ani öfke patlamaları yaşıyordum...
Âh İstanbul! Anlıyor musun, görüyor musun telaşımı?
Duygularım reşit olsa bile cümlelerim reşit sayılmadı karşında...
Büyümesi lazımdı bir dağa bir denize söyleyecek hatta haykıracak kadar...
Korkmadan, çekinmeden!
Destursuz girmeliydi, o kapıdan...
Hasret diye yazdığımda sızlamadı için; kalabalığa karıştırdın beni...
Yok sayılmadı yazdıklarım lâkin ufak bir tebessüm edilip geçildi. Bu bile bir şeydi hatta çok şey çünkü yokluğu bilen insan anlıyordu, azın ne kadar çok olduğunu...
Çokluk içinde kaybolmuştum... Bu kadar basitti...
Yerimi, yurdumu sorgulamadım hiçbir zaman. Kimdim, ne olabilirdim demedim.
Belliydi verdiğin kıymet dâhi beni nasıl harcadığın...
Ortadaydı, yazılanlar ve söylenmek istenenler... Büyüklenmedim karşında... Savaşmadım. Hayran hayran izlerken mavi dalgalarını, sırdaşım gibi içimi döktüm engin denizlerine... Tarihinin gizli yanlarını çözmeye çalışmadım. İfşa etmedim gördüğüm eksik yanlarını. Böyle sevdim...
Dedim ya duygular reşit olsa bile yazılanlar reşit sayılmadı buna bozuldum... Çoğu yazdıklarıma sessiz kalıp, kendi sesimi işitsem de nafile... Çocuk gördün, küçük kız çocuğu edasında değildi belki ama küçüktüm. Belki de bu yüzden reşit saymadın; yurdunda...
Büyüksün İstanbul! Sensin, sen...
16.58'de kapanan bilgisayar ile birlikte bugünlük kapanmıştı İstanbul defteri...
17.06.daki M8 metro hattına yetişmem lazım ki 17.27 deki Bostancı Gebze trenine yetişip 18.40 da evimde olayım... Çoğu arkadaşımın "evde çoluk çocuk mu bekliyor?" sorusuna karşı cevapsız kalsam da kapıdan içeri girer girmez beni karşılayan fotoğrafa selam vermek gibisi yoktu...
Âh, İstanbul! Misafir olmayı istemeyecek kadar dar Üsküdar sokaklarını nasıl özledim bir bilsen... Hele ki Eyüp Sultan'ı... Florya’da bir güneşi batırmayı... Fatih'i... Beykoz'u... En ücra köşen Beylikdüzü’nü...
Beni bağlayan hiçbir kuvvet olmamasına rağmen neden hâlâ sende kalma, seni sevme, seni görme arzusunu taşıyorum bilemiyorum...
Bir yanım anlamak için debelenirken diğer yanım kılını kıpırdatmıyor...
"Ulan İstanbul! Çekilecek çile değilsin" diyenlerden değilim..
Her ne kadar reşit saymasan da beni, küçük bir kız çocuğu edasında birkaç sözle uğurlasan da seviyorum seni, nazlı bir yâr gibi... Dedim ya lütfun da hoş, kahrında...
Sadece büyüksün, ulaşamıyorum...
Gizleniyorum...
