Yıl bilinmez… Aslında çok da uzak değil. Zamanın örttüğü bir perde; sadece dört hicran yılı. Gecelere emanet edilmiş bir çift korkak göz ve her uykunun kıyısında, kendisiyle savaşan bir beden. Uyku değil sanki, gafletin gölgesi ve her uyanış, “Kalk ve bul!” hitabıyla yankılanıyor.
Çünkü aramak farzdır, bulmak ise nasip.
O yüzden kelam Sultanım, “Bulanlar arayandır.” diyordu.
Aylar geçiyor. Arıyorum ama bulamıyorum...
Ama neyi? Kimi? Arayacağımı bilmeden dolanıyorum.
Her yol bir imtihan, her köşe başı bir sınav.
Yanlış adreste doğru adam bulunur mu?
Ama bilmez ki kalp, aşkın mektebinde yanlış ya da doğruyu...
...
Akşam vakti, saat sekiz buçuk civarı. Ankara’dan bir telefon:
“Yazılarını okudum. Görüşmeyi hak ediyorsun,” diyor biri.
Lakin vuslata mecâl yok; beden hasta, baba ocağında, ruh perişan… Gidememenin hüznüyle, o an yazıların arasına saklanmış bir hakikati arıyorum. Onun dediği gibi:
“Seher vaktinde uyan. Hiçbir şey yapamıyorsan türkü söyle.”
Zamanla, kalpteki perde inceliyor.
Bir ay sonra İstanbul için alınan randevu, kaderin yazıldığı kalemle çoktan işlenmiş. O an dökülüyor dilimden Beyazıt’ın “Bulmak” şiiri; Her mısra, arifin dilinden çıkmış gibi. Her hece zikir niteliğinde;
“Bir an kayboldun gibi, yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti
Yeniden su yürüdü dalıma, yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma”
...
Ve aylar sonra, Ümraniye’de…
Sürekli rüyalarımda korkarak yaklaştığım o adam.
Gözümün içine bakıyor.
Ne istediğimi anlayamayıp soruyor:
“Ne istiyorsun benden?”
Ve o bakış… Bir cemalden sadır olan nazar. Belki de sadece bir bakışla, yıllardır kuruyan gönül toprağının yeşermesi. Çünkü gerçek aşk; bir bakışta sır olur, bir tebessümde mana bulur. Tıpkı Mevlânâ’nın Şems’te bulduğu gibi. Tıpkı Yunus’un, Tapduk’un eşiğinde öğrendiği gibi. Bakmayın örneklerin uç noktalardan verildiğine.
İnsan ararken, bulmasa bile o aramanın tadıyla yanmayı bırak "Kül olsam, umurumda değil" diyor.
Neyse.
Çözülmek nedir bilmeyen dilimin prangaları birden çözülüyor:
“Asıl siz benden ne istiyorsunuz?
Ben sizin yüzünüzden uyumaktan korkar oldum!”
O an anlıyor belki de derdimi.
Adımı dahi söyleyemeyen ben, nasıl da öfkeyle çıkarmışım o sözleri.
Bu hikâye bir buluş değildi. Kalbin, bedenin Rabbe doğru hicretiydi.
Her yanlış kapı, seni doğru kapının eşiğine getirir. O yüzden hakikat bazen yanlıştan çıkar.
Her kayboluş, hakikatte bir hatırlayış olduğunu, sözleriyle döve döve öğretiyordu. Tam bu noktada devam ediyordu Beyazıt'ın satırları da:
“Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından
Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından”
Ama pınarın başını buldun diye hemen su içmek yoktu.
Önce yol yordam öğrenmek gerekirdi. Abdestsiz çıkılan yolda, namaza durulur mu?
Adres bilgilerimi ilettikten sonra, “Tekrar görüşeceğiz,” deyip uğurlamıştı.
Ümraniye’den Gebze’ye, Kasım ayının ilk haftasında.
Nasıl da ıslanmıştım; önce yağmurda, sonra gözyaşımda.
“Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde
Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde
Bir ışık, bir kelebek, biraz çiçek, biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün, ellerimde kaybolmuş
Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine
Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar
Bir kurtuluştur o an, çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak, sesin ne kadar yakın...”
...
İnanmamıştım aslında.
O yüzden sormuştum:
“Görüşeceğiz, değil mi?” Diye.
Öyle de olmuştu. Aylar sonra çağırmış, karşısına almış ve saatlerce konuşmuştu. Heyecanımı, korkumu yenmem için önce sorular sormuş; sonra
“Sen bugün de dinle. Senin konuşma zamanın gelmedi.” deyip Bir buçuk saat aralıksız konuşmuştu. Çay ve yaktığı sigara şahitti…
Önce kendini anlattı sonra yıllar önce yazılmış bir mektubu uzattı elime. Bir arayışın sonrasıydı bu.
Dinledikçe, dünya gözümün önünden kayıp gidiyor, her şey başka bir mana kazanıyordu.
Beyazıt’ın dediği gibi:
“Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi
Yüzüme kar yağıyor, sanki elinmiş gibi
Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım
Sensizlik bir kuyuymuş, onu aşamamışım
Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya, peygamber sözlerinden…”
Günler, günleri kovaladı, onlar bir, iki ay'ı.
Sakarya dönüşü, telefona düşen bir mesajla
Akşam 23.00’te apar topar Üsküdar yoluna revan olmuştum.
“Bugün, sen konuşacaksın. Ben dinleyeceğim.” Diyen adamın karşısında hiç susmadan konuşmuştum. Bütün hatalar masanın üzerine konulmuş, ölümün eşiğinde nasıl yatılır tarif etmiştim... Öfkesine yenilip kızmış, "hiç mi korkmadın?" Diye sormuştu. Haklı olarak.
Sonra?
Sonrası yok.
Ama o öğretti:
“Aramakla bulunmaz; bulanlar da arayanlardır.”
O yüzden dünya bir tarafa,
Bulduran insan bir tarafa.
Hayatımda ilk defa belki de son defa bir kişi için:
“O dediyse doğrudur. Vardır bir bildiği,” dedim.
O yüzden her dediğini emir telakki edip, başımı önde, ellerimi karşısında bağladım.
O yüzden eşiğinde yatmaya razı geldim.
O yüzden kovsa da gitmem dediğim tek insanım o' oldu.
Beyazıt ne diyordu “Bulmak” şiirinin son dizelerinde:
“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”
Elhamdülillah.
