ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

KALKANDERE/ HOCA HÜSEYİN CAMİ

Karadeniz’in alışık olduğum puslu havası, “hoş geldin” der gibiydi. Gökyüzü, griyle kurşun arasında bir yerdeydi. Ne tam yağmur vardı ne de kuru bir hava. Yağmur çoktan ıslatmış her yeri. Trabzon Havalimanı’ndan Kalkandere’ye uzanan 65 kilometrelik yol boyunca, arabanın arka koltuğunda zaman zaman yağmura yakalansam da, yolun bu tanıdık hali beni hep avutmuştur. Arabanın camından akan damlalarla yarışan düşüncelerim, bu puslu manzaraya bir tür iç sesi ekliyordu.  Geldiğimi haber verdiğimde, Arsinli Ali kapıda belirdi. Gülümsemesi hafif, ama samimiydi. Merdivenleri beraber çıkarken, hâl hatır faslını çoktan geçiştirmiştik. Arsinli Ali, adıyla değil yaşadıklarıyla anlatılması gereken adamlardandı. Aslen Arsinli olsa da her gün Yomra’dan Kalkandere’ye git gel yapıyordu. Yomra’da kalmak için elinden geleni yapmış olmasına rağmen bazı şeyler insanın iradesini aşmış, eline tutuşturulan atama kâğıdıyla beraber kaderi de eline verilmişti. Ali, kaderi kabullenmiş gibi görünse de, ben gözlerinde başka bir hikâyeyi seziyordum. Simsiyah pantolonu, beyaz gömleği ve siyah ceketinin içinde klasik ama şık görünüyordu. Ama ben olan bitene onun kadar umutsuz bakmıyordum. Belki de hep yolculukların başında olduğum içindi. Yeni mekânlar, yabancı yüzler, garip sokaklar... Kimi insanlar için kaygı sebebi olan bu şeyler, bende tuhaf bir merak uyandırıyordu. Çünkü yollar, hiçbir yere ait olma zorunluluğu olmayan tek şeydi bu hayatta. Neyse… Bu haftaki konum ne Arsinli Ali, ne de yeni düzen. Kalkandere’de beni kendine tamamen hayran bırakan, yer; Hoca Hüseyin Camii. Saat 15.00 civarıydı. Hava hâlâ kapalıydı, ama yağmur durmuştu. Camiye yaklaştıkça içimde tarifi zor bir merak belirdi. Uzakta beliriveren minare, yapının geri kalanından ayrı duruyor gibiydi. Aralarında 10-15 metrelik bir mesafe vardı. Bu ilk anda tuhaf gelmişti. Gördüğüm yapı, klasik bir cami görünümünden çok, geçmiş yüzyıllardan kalma zarif bir konak gibiydi. Dışı tamamen ahşaptı; yaşını belli eden o koyu kahverengilik, güneş ve yağmurun yıllar boyunca bıraktığı izlerle yoğrulmuştu. Sanki zaman, bu binayı usul usul oymuş, her çatlağa bir anı sızdırmıştı. Yaklaşırken istemsizce, “Cami bu mu?” dedim. Ali hafifçe gülümsedi, “Evet,” dedi. Caminin etrafını çevreleyen çay bahçeleri, bölgenin kendine has doğallığını içerideki dinginlikle buluşturuyordu. Sanki cami, doğanın yumuşak kalbine gizlenmiş, sabırla bekleyen bir sırdı. İçeri adım attığımda beni önce tahta zeminin hafif gıcırtısı karşıladı. Bu ses, bir binanın yaşını ele veren ürkek bir çığlık değildi; tam tersine, sanki geçmişin selamıydı. Her adımda, yılların ayak izlerini, binanın hatıralarını duyuyordum. Zemindeki tahtalar, yer yer solmuş, yer yer parlamıştı. Üzerlerinden binlerce kez geçilmiş, ama her seferinde başka bir dua, başka bir niyet bırakılmış gibi… Caminin iç duvarları da dışı gibi tamamen ahşaptı; ama bu ahşap, sıradan değildi. Tek bir çivi kullanılmayan bu ahşapları o zamanlarda nasıl iç içe geçirip(çantı yöntemi) bu yapıtı ortaya koydular, pes doğrusu. İçeride göze çarpmayan ama dikkatli bakıldığında büyüleyen motifler vardı. Nakış gibi... Sade ama derin. Kubbe yoktu. Ancak yüksek tavan ve geometrik yapılar mekâna geniş bir soluk aldırıyor, içeride yankılanan sessizliği daha da büyütüyordu. Tavandaki ahşap kirişler, ustalığın ve sabrın izlerini taşıyordu. Her biri, birbirine kenetlenmiş, sessiz bir anlaşmayla dimdik ayakta duruyordu. Bu mekân, insanı sadece ibadet etmeye değil, düşünmeye, içine dönmeye çağırıyordu. Duvarlara sinmiş dualar, yıllardır yankılanmaya devam ediyordu. Sanki bir zamanlar burada edilen her kelime, hâlâ havada asılıydı. Bu kadar sade bir yapıdan bu kadar derin bir his doğması, beni şaşkınlığa sürüklemişti. Caminin imamı 55-60 yaşlarında, 1.70 boylarında, gözlük camlarının ardından samimi bir bakışla. Arsinli Ali ile tokalaştıktan sonra ellerini önden bağlayıp beni başıyla selamladı. Söz söylemeden de insanı karşılayabilenlerden… Bir çayın ilk yudumu gibi: sade, sıcak ve yerinde. İmamdan ayrıldıktan sonra Arsinli Ali, camiyle ilgili bilgileri kısa kısa anlatmaya başladı:  “Üst çatısı yeni yapılmış, orijinal değil. Minber tamamen ağaç, Kadınlar bölmesi 1,5 metrelik bir çıkıntıyla ileriye uzanıyor ama dar olduğu için orada namaz kılmak mümkün değil. Bazı tahtalar değişmiş. Özellikle güney cephesindekiler güneş yanığı nedeniyle yenilenmiş. Ama tek bir çivi bile çakılmamış bu yapıya; her şey geçme tekniğiyle birleştirilmiş. İçten bir merdivenle üst kata çıkılıyor. Orası bir balkon gibi... Oradan aşağıya bakmak daha başka bir his veriyor.” O sırada caminin üst katına çıkan merdivenin başında bir an durup ahşabın kokusunu içime çektim. Bu koku, sadece reçine ve yıllanmışlık değil; aynı zamanda hatıraların da kokusuydu. Arsinli Ali yüzüme bakarak sordu: “Kara lambayı bilir misin?” "Belki başka bir isimle duymuşumdur, ama çıkaramadım. Ne demek?" dedim. Ali tebessüm etti. “Gaz lambası” “O zaman biliyorum. Benim zamanımda yoktu ama rahmetli dedemin evinde görmüştüm.” "Bak ışıklandırma o şekilde” diyerek işaret ettiği yöne doğru baktım. Gözlerimde bir anlığına geçmişin kıvılcımı çaktı. O lamba sanki sadece bir eşya değil, bir dönemdi. Sessizliğin, yavaşlığın, beklemenin dönemi. Dışarı çıktık. Bankta biraz oturup etrafı seyrettik. Yanımıza gelen imam, caminin tadilat sürecinden bahsetti. “Dönemin valisi burayı restore ettirdi,” dedi Başımı öne eğmişken, bu sözle irkildim. Gözlerimi uzaklara diktim. Balkonun ilerisine dalan bakışlarımı, Arsinli Ali’nin sesi böldü:  “Çay içer misin?” Olur dedim. Çardağa geçtik. Merdivenlerden inerken sordu: “Bir şey mi oldu?” Yok yok dedim, ama aslında olmuştu. Uzun zamandır aklıma gelmeyen bir şeyin gölgesi çökmüştü. Belki de o yüzden sessizleşmiştim. Garip bir şekilde konuşmamıza gerek yoktu. Onun yüzüne bakmadan, içimden geçenleri sezdiğinin korkusuyla camiden konu açtım.  Arsinli Ali ile anlaşmak hem kolaydı hem de zor. Karadeniz’in inadını tamamen giyinmiş bu adam ile konuşurken cümleleri dikkatli seçmek gerekirdi, her an kırılabilirdi. Onun da iç dünyası dağınık ama derindi. Her gün yaptığı 65 kilometrelik yolculuk, dışarıdan bir zorunluluk gibi görünse de, aslında içsel bir arayıştı belki de. Her gün aynı yolu gitmek, bazen yerinde saymak değil; her adımda başka bir soruyla yüzleşmekti. Belki de bu camiyi asıl anlayan Arsinli Ali’ydi. Belki de bu yüzden beni buraya getirmişti. Hiçbir şey söylemeden, sadece bana bir şey göstermek için. Bir şey hissettirmek için. Ve işe de yaramıştı. ... Karadeniz’den ayrılmak, bavul toplamakla olmaz. Bir çanta kapanır, ama içine sığmayan bir şey hep kalır geride: nemli bir hava, yarım kalmış bir sohbet, sanki yeniden dönecekmişim gibi kapısı aralık bırakılmış bir cami… Pus yine yerli yerindeydi. Gökyüzü, deniz griydi, düşüncelerim de öyle. Kalkandere’den Trabzon Havalimanı’na uzanan 65 kilometrelik yol boyunca, her virajda bir şey geride kaldı: bir taş duvar, bir çay fidanı, bir tebessüm, bir sessizlik… Arsinli Ali, beni uğurlarken fazla konuşmadı. Sadece elimi sıktı. O sıkışta buruk bir "yeniden görüşürüz" duygusu vardı. Arabadan inerken gözüme bir sis tabakası takıldı; denizle gökyüzü birbirine karışmıştı. Ne deniz belliydi, ne gök. Tıpkı ayrılık gibi. Sınırları belirsiz, ama içten içe yakıcı. Uçak havalanırken aşağıya son bir kez baktım. Küçük küçük çatılar, serin çay tarlaları ve bir avuç ahşap… Hepsi yavaşça küçülüyordu. Ama içimde büyüyen bir şey vardı. Belki bir özlem. Belki de sadece geri dönme arzusu. Karadeniz’i ardımda bırakırken anladım: Bazı yerlerden gitmek, sadece coğrafi bir hareket değildi. Kendini biraz orada bırakmaktır. Bir kelime, bir bakış, bir tahta gıcırtısı kadar bile olsa… Ve Karadeniz, her zaman biraz eksik bırakır insanı. Tam da bu yüzden hep çağırır geri. İki, üç ay sonra tekrardan görüşmek üzere, Karadeniz!
Ekleme Tarihi: 02 Ekim 2025 -Perşembe

KALKANDERE/ HOCA HÜSEYİN CAMİ

Karadeniz’in alışık olduğum puslu havası, “hoş geldin” der gibiydi. Gökyüzü, griyle kurşun arasında bir yerdeydi. Ne tam yağmur vardı ne de kuru bir hava. Yağmur çoktan ıslatmış her yeri. Trabzon Havalimanı’ndan Kalkandere’ye uzanan 65 kilometrelik yol boyunca, arabanın arka koltuğunda zaman zaman yağmura yakalansam da, yolun bu tanıdık hali beni hep avutmuştur. Arabanın camından akan damlalarla yarışan düşüncelerim, bu puslu manzaraya bir tür iç sesi ekliyordu. 

Geldiğimi haber verdiğimde, Arsinli Ali kapıda belirdi. Gülümsemesi hafif, ama samimiydi. Merdivenleri beraber çıkarken, hâl hatır faslını çoktan geçiştirmiştik. Arsinli Ali, adıyla değil yaşadıklarıyla anlatılması gereken adamlardandı. Aslen Arsinli olsa da her gün Yomra’dan Kalkandere’ye git gel yapıyordu. Yomra’da kalmak için elinden geleni yapmış olmasına rağmen bazı şeyler insanın iradesini aşmış, eline tutuşturulan atama kâğıdıyla beraber kaderi de eline verilmişti. Ali, kaderi kabullenmiş gibi görünse de, ben gözlerinde başka bir hikâyeyi seziyordum. Simsiyah pantolonu, beyaz gömleği ve siyah ceketinin içinde klasik ama şık görünüyordu. Ama ben olan bitene onun kadar umutsuz bakmıyordum. Belki de hep yolculukların başında olduğum içindi. Yeni mekânlar, yabancı yüzler, garip sokaklar... Kimi insanlar için kaygı sebebi olan bu şeyler, bende tuhaf bir merak uyandırıyordu. Çünkü yollar, hiçbir yere ait olma zorunluluğu olmayan tek şeydi bu hayatta. Neyse…

Bu haftaki konum ne Arsinli Ali, ne de yeni düzen. Kalkandere’de beni kendine tamamen hayran bırakan, yer; Hoca Hüseyin Camii.

Saat 15.00 civarıydı. Hava hâlâ kapalıydı, ama yağmur durmuştu. Camiye yaklaştıkça içimde tarifi zor bir merak belirdi. Uzakta beliriveren minare, yapının geri kalanından ayrı duruyor gibiydi. Aralarında 10-15 metrelik bir mesafe vardı. Bu ilk anda tuhaf gelmişti. Gördüğüm yapı, klasik bir cami görünümünden çok, geçmiş yüzyıllardan kalma zarif bir konak gibiydi. Dışı tamamen ahşaptı; yaşını belli eden o koyu kahverengilik, güneş ve yağmurun yıllar boyunca bıraktığı izlerle yoğrulmuştu. Sanki zaman, bu binayı usul usul oymuş, her çatlağa bir anı sızdırmıştı.

Yaklaşırken istemsizce, “Cami bu mu?” dedim.

Ali hafifçe gülümsedi, “Evet,” dedi. Caminin etrafını çevreleyen çay bahçeleri, bölgenin kendine has doğallığını içerideki dinginlikle buluşturuyordu. Sanki cami, doğanın yumuşak kalbine gizlenmiş, sabırla bekleyen bir sırdı.
İçeri adım attığımda beni önce tahta zeminin hafif gıcırtısı karşıladı. Bu ses, bir binanın yaşını ele veren ürkek bir çığlık değildi; tam tersine, sanki geçmişin selamıydı. Her adımda, yılların ayak izlerini, binanın hatıralarını duyuyordum. Zemindeki tahtalar, yer yer solmuş, yer yer parlamıştı. Üzerlerinden binlerce kez geçilmiş, ama her seferinde başka bir dua, başka bir niyet bırakılmış gibi…

Caminin iç duvarları da dışı gibi tamamen ahşaptı; ama bu ahşap, sıradan değildi. Tek bir çivi kullanılmayan bu ahşapları o zamanlarda nasıl iç içe geçirip(çantı yöntemi) bu yapıtı ortaya koydular, pes doğrusu. İçeride göze çarpmayan ama dikkatli bakıldığında büyüleyen motifler vardı. Nakış gibi... Sade ama derin.

Kubbe yoktu. Ancak yüksek tavan ve geometrik yapılar mekâna geniş bir soluk aldırıyor, içeride yankılanan sessizliği daha da büyütüyordu. Tavandaki ahşap kirişler, ustalığın ve sabrın izlerini taşıyordu. Her biri, birbirine kenetlenmiş, sessiz bir anlaşmayla dimdik ayakta duruyordu. Bu mekân, insanı sadece ibadet etmeye değil, düşünmeye, içine dönmeye çağırıyordu. Duvarlara sinmiş dualar, yıllardır yankılanmaya devam ediyordu. Sanki bir zamanlar burada edilen her kelime, hâlâ havada asılıydı. Bu kadar sade bir yapıdan bu kadar derin bir his doğması, beni şaşkınlığa sürüklemişti.

Caminin imamı 55-60 yaşlarında, 1.70 boylarında, gözlük camlarının ardından samimi bir bakışla. Arsinli Ali ile tokalaştıktan sonra ellerini önden bağlayıp beni başıyla selamladı. Söz söylemeden de insanı karşılayabilenlerden… Bir çayın ilk yudumu gibi: sade, sıcak ve yerinde. İmamdan ayrıldıktan sonra Arsinli Ali, camiyle ilgili bilgileri kısa kısa anlatmaya başladı:

 “Üst çatısı yeni yapılmış, orijinal değil. Minber tamamen ağaç, Kadınlar bölmesi 1,5 metrelik bir çıkıntıyla ileriye uzanıyor ama dar olduğu için orada namaz kılmak mümkün değil. Bazı tahtalar değişmiş. Özellikle güney cephesindekiler güneş yanığı nedeniyle yenilenmiş. Ama tek bir çivi bile çakılmamış bu yapıya; her şey geçme tekniğiyle birleştirilmiş. İçten bir merdivenle üst kata çıkılıyor. Orası bir balkon gibi... Oradan aşağıya bakmak daha başka bir his veriyor.”
O sırada caminin üst katına çıkan merdivenin başında bir an durup ahşabın kokusunu içime çektim. Bu koku, sadece reçine ve yıllanmışlık değil; aynı zamanda hatıraların da kokusuydu.

Arsinli Ali yüzüme bakarak sordu:

“Kara lambayı bilir misin?”

"Belki başka bir isimle duymuşumdur, ama çıkaramadım. Ne demek?" dedim.

Ali tebessüm etti. “Gaz lambası”

“O zaman biliyorum. Benim zamanımda yoktu ama rahmetli dedemin evinde görmüştüm.”

"Bak ışıklandırma o şekilde” diyerek işaret ettiği yöne doğru baktım. Gözlerimde bir anlığına geçmişin kıvılcımı çaktı. O lamba sanki sadece bir eşya değil, bir dönemdi. Sessizliğin, yavaşlığın, beklemenin dönemi.

Dışarı çıktık. Bankta biraz oturup etrafı seyrettik. Yanımıza gelen imam, caminin tadilat sürecinden bahsetti. “Dönemin valisi burayı restore ettirdi,” dedi Başımı öne eğmişken, bu sözle irkildim. Gözlerimi uzaklara diktim. Balkonun ilerisine dalan bakışlarımı, Arsinli Ali’nin sesi böldü:

 “Çay içer misin?”

Olur dedim. Çardağa geçtik. Merdivenlerden inerken sordu:

“Bir şey mi oldu?” Yok yok dedim, ama aslında olmuştu. Uzun zamandır aklıma gelmeyen bir şeyin gölgesi çökmüştü. Belki de o yüzden sessizleşmiştim. Garip bir şekilde konuşmamıza gerek yoktu. Onun yüzüne bakmadan, içimden geçenleri sezdiğinin korkusuyla camiden konu açtım. 

Arsinli Ali ile anlaşmak hem kolaydı hem de zor. Karadeniz’in inadını tamamen giyinmiş bu adam ile konuşurken cümleleri dikkatli seçmek gerekirdi, her an kırılabilirdi. Onun da iç dünyası dağınık ama derindi. Her gün yaptığı 65 kilometrelik yolculuk, dışarıdan bir zorunluluk gibi görünse de, aslında içsel bir arayıştı belki de. Her gün aynı yolu gitmek, bazen yerinde saymak değil; her adımda başka bir soruyla yüzleşmekti. Belki de bu camiyi asıl anlayan Arsinli Ali’ydi. Belki de bu yüzden beni buraya getirmişti. Hiçbir şey söylemeden, sadece bana bir şey göstermek için.

Bir şey hissettirmek için.

Ve işe de yaramıştı.
...
Karadeniz’den ayrılmak, bavul toplamakla olmaz. Bir çanta kapanır, ama içine sığmayan bir şey hep kalır geride: nemli bir hava, yarım kalmış bir sohbet, sanki yeniden dönecekmişim gibi kapısı aralık bırakılmış bir cami… Pus yine yerli yerindeydi. Gökyüzü, deniz griydi, düşüncelerim de öyle. Kalkandere’den Trabzon Havalimanı’na uzanan 65 kilometrelik yol boyunca, her virajda bir şey geride kaldı: bir taş duvar, bir çay fidanı, bir tebessüm, bir sessizlik…
Arsinli Ali, beni uğurlarken fazla konuşmadı. Sadece elimi sıktı. O sıkışta buruk bir "yeniden görüşürüz" duygusu vardı. Arabadan inerken gözüme bir sis tabakası takıldı; denizle gökyüzü birbirine karışmıştı. Ne deniz belliydi, ne gök. Tıpkı ayrılık gibi. Sınırları belirsiz, ama içten içe yakıcı.

Uçak havalanırken aşağıya son bir kez baktım. Küçük küçük çatılar, serin çay tarlaları ve bir avuç ahşap… Hepsi yavaşça küçülüyordu. Ama içimde büyüyen bir şey vardı. Belki bir özlem. Belki de sadece geri dönme arzusu.
Karadeniz’i ardımda bırakırken anladım: Bazı yerlerden gitmek, sadece coğrafi bir hareket değildi. Kendini biraz orada bırakmaktır. Bir kelime, bir bakış, bir tahta gıcırtısı kadar bile olsa… Ve Karadeniz, her zaman biraz eksik bırakır insanı.
Tam da bu yüzden hep çağırır geri.

İki, üç ay sonra tekrardan görüşmek üzere, Karadeniz!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.