Saat 11.13… Sosyal medyada 58 dakika önce paylaşım yapılan resim karelerine denk geliyorum.
İsmail CAN tarafından paylaşılan bu resimlerdeki not, günlerce kalemi eline alamayan beni harekete geçiriyordu:
“Serinhisar Ovası’ndan Kızılhisar Dağı. Resmî adı Kızılhisar Dağı olan bu dağ (rakımı 2241 metre), bugün bir başka güzel görünüyor. Dağın büyük bölümü Serinhisar’da kalmakta ise de Tavas ve Acıpayam sınırlarına da girmektedir. Şöyle bir soru soruyorum: Bu dağı görünce ilk aklınıza gelen şey nedir?”
Aklımdan ziyade yüreğimin derinliklerinden doğup, büyüdüğüm ve hayata hazırlayan "Kızılhisar Dağı"nın ovaları, dağları ve o sert rüzgârların estiği yer; bende bıraktığı, düşündürdüğü duygular...

Kızılhisar Dağı;
İnsana, her şeyin ötesinde bir sükûnet fısıldayan bu dağ, Serinhisar’da hatta onun kalbindeki kadim bir dua gibi. Ne geçmişten vazgeçiyor, ne geleceğe boyun eğiyor... Onu izlerken, içimde derin bir huşu belirdi. Bir masalın eşiğinde, bir efsanenin tam ortasında gibi...
Ufka yaslanmış görkemli dev; göğe başkaldıran, asi bir yalnızlık gibi yükselişi… Tepelerini süsleyen sis perdesi bir sır gibi omuzlarına serilmiş; yamaçlarında güneşin altın sarısı, toprağın kızılıyla harmanlanmaya hazır gibi...
Çarpıp gittiğim değil de, rızası alınmış bir vedanın eşiğinden ayrılıp gitmişim de onca olanlardan sonra bağrına yaslandığım baba gibi...
Bulutların gölgesinde, bir ağacın dibinde, önümdeki yosun tutmuş yağmurlu taşların arasında, bir kayanın içinden bir tane papatyanın selamlaması gibi...
Olmuş ya da olmasını beklediğim, hayallerimin süslediği o yer...
Hayal kırıklığının gömüldüğü, her bayramda eli öpülesi ana gibi besleyen; bakan, toprağından envai çeşit sunum hazırlayan o toprak gibi...
Kızdığında her şeyi devirecek, esip gürleyen; o kızıl toprağını bağrına çeken o yüksek dağın görünmez eli gibi...
Sessizliğinde nice haykırışın izini taşıyan, her taşının altında bir çocukluk anısının saklandığı…
Rüzgârına karışan ninnilerle büyümüş, göğsünde nice sırları saklamış yorgun bir bilge gibi...
Ne zaman uzaklara savrulsam, dönüp bakınca beni hâlâ orada bekleyen tek şey onun gölgesi gibi. Sanki her ayrılışta “Git ama dön,” diyen… Her dönüşümde “Geç kalmadın, hoş geldin,” diye fısıldayan...

Kızılhisar Dağı;
Toprağına sinmiş kekik kokusuyla çocukluğumun yaz akşamlarını geri getiren…
Kayanın dibindeki çatlakta filizlenen bir ot kadar dirençli… Göz alabildiğine uzanan ovanın bekçisi…
Ve içimde bir yerlerde hâlâ büyümemiş olan çocuğun sığınağı...
O dağı izlerken, manzarayı değil de kendime baktığım ve gördüğüm o yer. Güven duygusunun dolduğu o nokta...
Ne zaman yorulsam, ne zaman kırılıp dökülsem; elime aldığım sopayla saatlerce, hatta günlerce yürümek istediğim o mekânlardan biri...
Kızılhisar Dağı, evine dönmek değil de kendine dönmek gibi bir şey...
Dağların asıl amacı, bir yeri yükseltmek için değil de içine çekmek için uzanan bir dal...
Velhasılkelâm, Kızılhisar Dağı;
İnsanı yavaşlatıp sustururken, tam da o sessizlikte konuşturan bir dağ...
