Mektuplar yazsam sana... Ve bir posta kutusuna koysam. Hiç görmesem, duymasam ama her şeyden haberin olsa; ben her günümü anlatsam. Bugün yağan yağmurdan haber versem. Kavga etmesini bilmediğim için arkama dönüp nasıl gittiğimi anlatsam. Zaman zaman utanırken, zaman zaman da gülüp geçsek olan bitene...
Geceleri, döşek yerine kaygıları sererken odanın içerisine; üzerimi örtecek bir şeyin olmamasının, zamanın acizliği olduğunu çok iyi biliyordum. Yaşanmayan bir hayatın yaşanmasını ümit etmek, akıl kârı değildi.
Hayal işte... Olabilir dediğimiz çoğu şeylerin olmazların arasına nasıl koyduysam olmuyordu bu da... Ne yazacak kalemim var ne de yazılanları koyacak bir posta kutusu, ne de onu okuyacak bir insan...
Yokluk, düğüm düğüm boğazıma dizilirken, gözümü alan güneşe karşı durmayı öğreniyorum. Eylül de geldi artık. Ağustos zemheriden farksızken, bu kışın oldukça çetin geçeceği o kadar belli ki... Neyse.
Şimdiki derdim, olmayan o posta kutusuna koyduğum mektuplar...
Bu nasıl bir duygu, biliyor musunuz? Bir mektup yazmak istemekten daha fazlası. İçinde sessizlik var, kırılganlık var, yorgunluk var... Ama bir o kadar da direnen yürek. Sanki her cümle, içine saklanan duyguların usulca kelimelere dökülme isteği. Bir yandan gerçekliğin ağırlığıyla boğuşurken, diğer yandan o görünmez posta kutusuna umut bırakmak... Bu, kış hiç üşümemeyi istemek. Neden mi?
Çünkü insan bazen en çok, duymayacak birine anlatmak ister içini. Çünkü orada yargı yok, beklenti yok. Sadece sen varsındır; en gerçek hâlinle.
O zaman başlayalım absürt hayalimize...
O posta kutusu ne metalden yapılmıştı ne de tahtadan... Belki de hiç var olmamıştı. Ama yine de kapısının önünde, solmuş menekşelerin yanında duruyordu hep. Rüzgâr her estiğinde gıcırdarmış gibi olurdu; sanki biri, içinde yankılanan sessizlikleri duymaya gelmiş gibi...
Ama kimse gelmezdi. Yalnızca sararmış yapraklar dolanırdı etrafında, usulca yere düşerken hafif bir hışırtıyla onunla konuşan tek varlık gibi. O mektuplar... Her biri aynı el yazısıyla ama farklı bir ruh hâliyle... Kimi umut kokar, satır aralarına sıkışmış tebessüm gibi. Kimi yorgunlukla dolu, kelimeler sanki düşe kalka gelmiş karşına... Kimisinde gözyaşının tuzu, kâğıda işlemiş; kimisinde kurumuş bir çiçek, unutulmuş bir "keşke" gibi katlanmış vaziyette...
Ne olurdu ki!
Evim...Geceleri yalnızlığıyla dolup taşan, duvarları sessizliği emmiş bir oda. Perdeler açık; dışarıdan sızan ay ışığı, kırık bir lambanın gölgesini duvarda dans ettiriyor. Zeminde bir yatak yok, sadece yorgun bir yastık ve kaygıdan örülmüş bir battaniye. Sırtına örtemediği için değil; artık kendini ısıtacak hiçbir şey hissetmediği için... Duvara dayanmış resimler...
Camdan bakınca görülen Eylül, şehre çoktan düştü... Ne tam sıcak ne de soğuk... Hüzünle karışık bir serinlik. Ağustos'un iç yakan sıcaklığından kaçan rüzgârlar, şimdi caddelerde üşüyen insanların saçlarına karışıyor. Ağaçların dallarında titreyen yapraklar, dökülmeyi bekler gibi değil; sanki artık dayanamıyor gibi bırakıyorlar kendilerini boşluğa. Onlarda haklı... Bu yaz çok çetin geçti...
Kabulleniyordum artık yavaş yavaş. Kim bilir, belki de alışmıştım...
Kendime bile itiraf edemediğim tüm eksiklikleri, kırgınlıkları, tamamlanmamış cümleleri bir kâğıda dökmekle başlamıştım aslında alışmaya. Titreye titreye yazılan, ama yazdıkça çözülen bir düğüm misali...
Her mektup, içimdeki bir duvarı yavaşça yıkıyordu.
“Ben iyiyim.” yalanına gerek yok artık... Çünkü her gün neyi, nasıl yaptığımı anlatırken ne yargıyı düşünüyordum ne de cevabın geleceğini... Kendimle yüzleşiyordum...
Verilen değeri...
Zamanın acizliğiyle karşı karşıya geldikçe ve her sessizlikte öldükçe kelimelerim...
Korkular, endişeler artık yerini belirsiz duygulara bırakıyordu.
Ne öfkeydi bu, ne de kırgınlık...
Boşluğa serpilmiş kelimeler gibi...
Oysa her şeyin bir anısı vardı.
Her söylenen sözün, her gelinen yolun...
Zaman, gitmesini bilmeden uğurlamasını da öğretiyordu insana... Ve ben, okunmayacağını bile bile bunlardan da bahsettim o mektupta...
“Tahammülsüz” olarak tanımlayan herkese inat, susmayı öğrenmiştim. Bütün buna rağmen, susup söylenmeyen bir şey kalmasın diye söylemek istediklerimi de yazdım...
Kaçmadan, korkmadan... Sessizliğin içinden geçen o ince hüzün tünelinden yürüdüm.
Belki çıplak ayakla, belki de zemini diken dolu yolda...
Ama yürüyordu insan... Çünkü öğreniyorduk; bazı yollar susularak geçiliyordu... O görünmez posta kutusuna bıraktığım her mektup, aslında kendime yazılmıştı.
Bir başkasının okuyamayacağı ama benim dönüp dolaşıp defalarca okuyacağım, okudukça kendimi anlamaya çalıştığım cümlelerim olacaktı...
Her ne olursa olsun, yazmak güzeldi...
