Bir gül var karşımda; uzanıp avuçlarıma almak istiyorum. Almak ve koklamak, ruhumun derinliğini kokusuyla doldurmak ve yaprakları arasında kaybolmak… Lakin etrafı dikenlerle sarılmış durumda…
Betonarme binaların içerisinde diktiğim güllerin tomurcuklanması yüreğimi satırlarla doldurduğu bugünden sesleniyorum. Her sabah selamlayarak çıktığım kapıdan ilk karşılayan güllerimin arasından bu kadar derin duyguların nasıl geldiğini şaşırmamak mümkün mü?
Sevmenin ayıbı yoktu, hatta kalbin zekâtı, edeplice sevmekti. Bu yüzden hiçbir gülün yapraklarını dokunmadan sadece hasreti üzerinden şiirlerime, yazılarıma konu ediyordum. En güzeliydi bu, en zararsızı ve sızlatanı…
İffeti vardı, sevmenin… Gözleri değil, gönlü doyurmaktan geçiyordu yolu. Bırak sarılmayı başını kaldırıp gözlerini ayırmadan bakabilmenin mümkün olmadığı gözler vardı. Yüzü güldüğünde sırf o gülüyor diye, güldüğümüz zamanlar vardı. Huzur, mesken adından daha ötede bir şeydi. Sevmek, pamuklar içinde köz taşımak gibiydi; bu kadar ince, bu kadar derin… Gözlerimi, yüreğimi güllerden çekip kâğıdıma yöneliyorum…
Bir şey yoktu aslında; sevmeseydi yürek. Bir sabah kalktığında seni düşünmeye başlamasaydı... Çok sordum, sorguladım "ne oluyor?" Diye. Bulduğum her bir cevabı inkâr etmekle buldum çözümü... Sonra git gide arttı; düşünceler ile beraber duygularda... Görmeden yapamadım. Her gün bir kare resmine bakıp kapattım gözlerimi... Sesini duymak için nasılda beklemiştim… Özümü kaybetmiş gibiyim. Yediğim yemek, içtiğim su. Her daldığım noktada ya suretin var ya da cümlelerin... Gölgeni görsem sarılacağım o kadar...
Bütün bu duygular sınırsızlığa doğru giden hallerin başı olsa gerek... Lakin bu kadar derin sevginin bir sınırı olması lazım. Öyle değil mi? Unutmayın! Karşılığını bulamayan her şey telef olmaya mahkûmdur...
Sevgi çok derin duygu yoğunluğudur. Damla damla damıtılacak bir çeşmeyi sonuna kadar açmanın manası yok... Çiçek açtığı toprakta güzeldir, gül kuruduktan sonra su vermek ne kadar manasız ise sevilmediğiniz yerde çabalamakta, sevgiyi sınırsız yaşamakta o kadar manasız olur...
Ama siz, biz hepimiz;
Hoş geldin yarım kalan tarafım, hiç eksilmeyenim. Doldukça taşmayanım... Bağrımda yanan ateşin kor hali... Sensiz geçen her mevsim durgun sensizlik hasrete hep gebe... Uyku ile uyanıklık arasında kalışım... Beklenenim... Hoş geldin, derme çatma gönül haneme... Evimin duvarları, pişen aşım...
Sefa getirdin...
Böyle karşılamıştınız dimi sevdiğinizi. Hiç bitmeyecek, eksilmeyecek zannederek doludizgin... Ondan önce nasıl yaşadığınızı unutup sanki hep o varmış gibi geldi... Hatta o olmayınca nefes alamayacaksınız zannettiniz...
Hazan mevsimlerini, küllenen alevleri her şeyi herkesi onunla yeniden sevmeye başladınız... Tozu dumana kata kata ilerliyordunuz. Ne oldu? Biten, eksikliğini yaşadığınız şey neydi?
Heyecan nereye gitti? Düşlediğiniz hayalleri kim iptal etti?
Zaman geçti, her şey tüm çıplaklığı ile evin odalarında dolaşmaya başlayınca eve sığmayıp çatı katına kadar çıkıp, söz olarak evin sokaklarına taştı. Ne duygularınız için pişmanlık yaşadınız nede düşünceleriniz için, aksine sevmenin, sevebilmeni onuru, sevinci doldurup taşırmıştı sizleri… Kimse dikenli yollardan bahsetmedi sizlere ama gülün dikeni olduğunu unuttuk.
Sonra laçkalaşmış, deyim yerindeyse cıvık cıvık ilişkiler içinde kaybolup gittik. Kâğıdınızdaki hataları sile sile kâğıt çöp haline geldi. Çini mürekkebi gibi çıkmaz izleri alnımıza işledik. Aldattık, aldatıldık. Eş olmanın manasını unutup en başında hata yumağı ile atılan adımların devamı geldi ve sonuç ortada...
Küfür, sokaklara taştı. Eskiden ağzımıza alamadıklarımız gayri meşru ilişkiler ardında gezer olduk... Kimin eli, kimin cebinde belli değil. Hayâ evimin perdesi gibiydi, bütün perdeler indi... Salkım saçak olmuş bütün dağınıklık gün yüzüne çıktı... Utanmayı unuttuk.
Fazilet denen şeyin ne olduğu hususunda fikir sahibi olamaz olduk. Artık, gördüklerim, duyduklarım karşısında korkarak hayretler içinde kalıyorum...
Daha üç beş yaşındaki çocukların ağzında dolaşan küfür karşısında gülücükler dağıtan ailenin yanında ne diyeceğimi şaşırırken ‘bunlar da büyüyüp anne baba olacak diyorum’ kendi çocuğumun nasıl olacağını bilmeden? Allah korusun!
Değerler birer birer kaybolurken, ağızlarda ağdalı sözler yer alırken unuttuk ya da unutturulduk. Bunca sakat durumların içinde özlemin sahipsiz kaldığı duvarların ardında yokluğun nasıl ağır bir bilsen... Bilmene gerek yok! Çünkü bilmek mi iyi bilmemek mi bilinmeyen bir denklem; lakin durum ya da durumlar her ne ise sen, evimin balkonuna bir saksı içinde sığdırdığım güllerin bana verdiği tabiri uygunsa ilhamla beraber kâğıdıma dökülendin…
Dedim ya! Sevmenin ayıbı yoktu, hatta kalbin zekâtı, edeplice sevmekti ve gözleri değil, gönlü doyurmaktan geçiyordu yolu… Ve bütün yolları sevgiye dair sözler ekleyip veda busesi bile bırakmadan, dikenleri elimize batırıp yormadan, yorulmadan susup veda edebilmeyi bilmekti…
Şükredin! En azından sevebilen kalbiniz olduğunu anladınız. Öyle değil mi?
Saygılar
