Eylemin olmadığı yerde, sözlerin şifa olduğu noktadan...
Uyanılması zor uykularda değildim. Kaldı ki rüya görecek kadar da derin değildi hiçbir uykum.
Kâbusa daha yakın uykuların ardından açılan gözlerim, ayaklarımı peşine düşürürken; en soğuktan sıcağa ya da en sıcaktan en soğuğa geçiren gözlerin vardı.
Benim iklimim, sözlerin ardında gizliydi. Ya iliklerime kadar ısınır ya da buz keserdim.
İki gün önce bunu daha iyi anladım. 58 saniye süren konuşma, yağan karı kaldırıp çiçekler açtırmıştı.
Aylarca düşündüğüm, “Söylersem ne der acaba?” diye terazide sürekli ölçtüğüm cümlelerimin iznini isterken, hâl hatırdan sonra "Mesaj atsam, zahmet olmazsa okur musunuz?" dediğim kişi "Memnuniyetle" diye karşılık verince; açan çiçeklerin dibinde yazdığım ama neticesi konusunda hiçbir fikrimin olmadığı talebim karşısında “...Tevekkeltü alellah. Allah yardımcımız olsun” demişti.
“Olsa da olur, olmasa da...” dedim kendi sesimi duyacak şekilde.
Olsa da olur, olmasa da...
Sonra düşündüm... Yaptığım en iyi işlerden biri de bu: Derin kuyularda su aramak.
Ben bu talebi başkasına demiş olsam, “Okuyorum ya zaten!” derdi muhtemelen. Her iki eylemin sonunda okumak olsa da verilen cevaplar arasında dağlar kadar fark vardı. Cevapların hiçbiri hatalı değildi. Biri net alınmış bir cevap, diğeri olasılığı yüksek bir cevap.
Ama bıraktığı izlenim, yankısız bir dağın arkama dönmemle verdiği cevap gibiydi. Korkup arkama bile bakmadan, sevinçten gözlerimi kapatıp “Allah razı olsun.” olmuştu...
Biliyordum. Derin bir histi bu. Hiç haberim yokken, hatta yeri geldiğinde ismen dualarının arasında olmak; aldığım mükafatların en büyüğüydü.
Bu hissi, verdiği cevaplardan daha iyi anlıyordum.
Kırmaktan imtina ettiği bir kalp vardı karşısında. Ve gözyaşlarını sahiplenen bir insan...
Ümitsiz değilim. Zerre olumsuz düşüncem de yok. Öfkeden eser kalmadı, kırgınlığın yerini koskoca bir sessizlik aldı...
Konuşmanın ardından Ankara’ya gideceğini öğreniyorum.
İstemsiz bir şekilde “Ankara iyi gelmiyor.” dedim. Tebessümle sebebini sordu. Söyledim. Hak veriyordu. Ama gitmesi gerekiyordu, biliyorduk.
Ankara uzak bir yer...
Bir de soğuk...
Havası, iklimi, sözü...
İnsanlarına diyecek sözüm yok.
Ben İstanbul'da, arabanın arka koltuğunda zaman zaman uyuyan, zaman zaman sohbetinden mahrum etmeyen insanla iyi olduğumu; iyi insanlarla sohbetin iyi işten daha iyi olduğunu idrak ederken, buradan ayrılmamam gerektiğini, hatta elimdeki çiviyi buraya çakmam gerektiğini düşünerek, onun da izni ve vesilesiyle "Bismillah!" diyorum...
Hep mi iyiydi?
Tabii ki hayır!
Ama günün sonunda tatlı söz, merdivenin son basamağına indiğim anda da olsa, buluyordu.
Hiçbir zaman kapatmadığım kapısını ve hiçbir zaman arkama dönüp gitmediğim o eşiğin sahibini bir şekilde bulmuş; ayağımı yerden kesecek ve bütün yol boyunca şiirler dinletecek kıvama getirmişti...
Yolum artık ne Ataşehir’e uzanıyordu, ne de Kartal’a.
Kendime en yakın yerde ekmeğimi yerken, bana en uzak olan şehirden telefonun ucunda bazen bir sözle, bazen bir mesajla duayı salıyordu.
Deliğinden çıkacak yılan değildim.
Elhamdülillah!
Ama insan olmanın vasfını taşıdığıma inanan bir kalbin nazarında kıymete binmiştim.
"Kıymet, verdiğin gibi kıymetlenesin" duasını ondan öğrenmiştim. Daha neler öğrenmedim ki...
“Yanmışsın sen, kalemin bile alev alev.” derken, aramanın vermiş olduğu hazzın yetersiz olduğunu; asıl meselenin pınarın başından, en temiz yerden içmek olduğunu anlatırken, susuzluğumun hiç geçmemesinin sebebi sözlerdi, tıpkı mevsimimi belirleyen sözler gibi...
Bıçağının her yeri keskin olan insan; diğer taraftan sözleriyle erdirmeye çalışan insan...
Farkı fark ediyordum, artık.
Hoş geldin, İstanbul!
Hoş geldin, dikiş tutmaz yamalı düşüncelerime...
SÖZLERİN İKLİMİ
Eylemin olmadığı yerde, sözlerin şifa olduğu noktadan...
Uyanılması zor uykularda değildim. Kaldı ki rüya görecek kadar da derin değildi hiçbir uykum.
Kâbusa daha yakın uykuların ardından açılan gözlerim, ayaklarımı peşine düşürürken; en soğuktan sıcağa ya da en sıcaktan en soğuğa geçiren gözlerin vardı.
Benim iklimim, sözlerin ardında gizliydi. Ya iliklerime kadar ısınır ya da buz keserdim.
İki gün önce bunu daha iyi anladım. 58 saniye süren konuşma, yağan karı kaldırıp çiçekler açtırmıştı.
Aylarca düşündüğüm, “Söylersem ne der acaba?” diye terazide sürekli ölçtüğüm cümlelerimin iznini isterken, hâl hatırdan sonra "Mesaj atsam, zahmet olmazsa okur musunuz?" dediğim kişi "Memnuniyetle" diye karşılık verince; açan çiçeklerin dibinde yazdığım ama neticesi konusunda hiçbir fikrimin olmadığı talebim karşısında “...Tevekkeltü alellah. Allah yardımcımız olsun” demişti.
“Olsa da olur, olmasa da...” dedim kendi sesimi duyacak şekilde.
Olsa da olur, olmasa da...
Sonra düşündüm... Yaptığım en iyi işlerden biri de bu: Derin kuyularda su aramak.
Ben bu talebi başkasına demiş olsam, “Okuyorum ya zaten!” derdi muhtemelen. Her iki eylemin sonunda okumak olsa da verilen cevaplar arasında dağlar kadar fark vardı. Cevapların hiçbiri hatalı değildi. Biri net alınmış bir cevap, diğeri olasılığı yüksek bir cevap.
Ama bıraktığı izlenim, yankısız bir dağın arkama dönmemle verdiği cevap gibiydi. Korkup arkama bile bakmadan, sevinçten gözlerimi kapatıp “Allah razı olsun.” olmuştu...
Biliyordum. Derin bir histi bu. Hiç haberim yokken, hatta yeri geldiğinde ismen dualarının arasında olmak; aldığım mükafatların en büyüğüydü.
Bu hissi, verdiği cevaplardan daha iyi anlıyordum.
Kırmaktan imtina ettiği bir kalp vardı karşısında. Ve gözyaşlarını sahiplenen bir insan...
Ümitsiz değilim. Zerre olumsuz düşüncem de yok. Öfkeden eser kalmadı, kırgınlığın yerini koskoca bir sessizlik aldı...
Konuşmanın ardından Ankara’ya gideceğini öğreniyorum.
İstemsiz bir şekilde “Ankara iyi gelmiyor.” dedim. Tebessümle sebebini sordu. Söyledim. Hak veriyordu. Ama gitmesi gerekiyordu, biliyorduk.
Ankara uzak bir yer...
Bir de soğuk...
Havası, iklimi, sözü...
İnsanlarına diyecek sözüm yok.
Ben İstanbul'da, arabanın arka koltuğunda zaman zaman uyuyan, zaman zaman sohbetinden mahrum etmeyen insanla iyi olduğumu; iyi insanlarla sohbetin iyi işten daha iyi olduğunu idrak ederken, buradan ayrılmamam gerektiğini, hatta elimdeki çiviyi buraya çakmam gerektiğini düşünerek, onun da izni ve vesilesiyle "Bismillah!" diyorum...
Hep mi iyiydi?
Tabii ki hayır!
Ama günün sonunda tatlı söz, merdivenin son basamağına indiğim anda da olsa, buluyordu.
Hiçbir zaman kapatmadığım kapısını ve hiçbir zaman arkama dönüp gitmediğim o eşiğin sahibini bir şekilde bulmuş; ayağımı yerden kesecek ve bütün yol boyunca şiirler dinletecek kıvama getirmişti...
Yolum artık ne Ataşehir’e uzanıyordu, ne de Kartal’a.
Kendime en yakın yerde ekmeğimi yerken, bana en uzak olan şehirden telefonun ucunda bazen bir sözle, bazen bir mesajla duayı salıyordu.
Deliğinden çıkacak yılan değildim.
Elhamdülillah!
Ama insan olmanın vasfını taşıdığıma inanan bir kalbin nazarında kıymete binmiştim.
"Kıymet, verdiğin gibi kıymetlenesin" duasını ondan öğrenmiştim. Daha neler öğrenmedim ki...
“Yanmışsın sen, kalemin bile alev alev.” derken, aramanın vermiş olduğu hazzın yetersiz olduğunu; asıl meselenin pınarın başından, en temiz yerden içmek olduğunu anlatırken, susuzluğumun hiç geçmemesinin sebebi sözlerdi, tıpkı mevsimimi belirleyen sözler gibi...
Bıçağının her yeri keskin olan insan; diğer taraftan sözleriyle erdirmeye çalışan insan...
Farkı fark ediyordum, artık.
Hoş geldin, İstanbul!
Hoş geldin, dikiş tutmaz yamalı düşüncelerime...
Ekleme
Tarihi: 13 Ekim 2025 -Pazartesi
SÖZLERİN İKLİMİ
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(1)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.
