Yeni şeyler bulmam lazım... Şeyler?
Ne bileyim yeni düşler. Yeni umutlar. Yeni yüzler ve yeni sesler... Tebdili mekanda ferahlık var derler.
Yavaş yavaş topluyorum eşyalarımı... Sarıp sarmaladıkça kırılacak olanları, bendeki gizli yanımı da tanıklık ediyorlar...
Heyecanlı mıyım? Bilemiyorum… Bilinmezlikler belirli bir yaştan sonra korkuyor insanı... Yatak odasındaki panonun üzerinde yer alan kareleri indirirken daha bir zorlanıyorum... Birer birer, incitmemek için yavaş yavaş alıp koyuyorum yerlerine...
-Veda etmeden kaçıncı gidişin? Diye soruyorsun.
-Veda ayrılanlar için değil miydi? Diye soruyorum. Hiç veda etmek istemediğim tek insan sureti sensin diyemiyorum. Kim bilir şımarmandan korkuyorum. Belki de duyguların bu kadar netleştiği yerde bir daha olmazsın diye korkuyorumdur... Önemi yok, neyse ney(!)
Ben duvarlarımı değiştiriyorum. Yüreğimde dâhi aklımdakiler benimle beraber...
-Gitmesen olmaz mı? Diyen yüze sessiz kalıp bir kare daha koyuyorum...
İnsan neden taşınır... Mecburiyetler... Kendinde hissettiği mecburiyetler, etkenlerin neticesinde gerçekleşen olaylar ve daha niceleri... Kar altında kalan düşüncelerim bir daha üşümemesi için, karanlıkta bir daha kalmamak adına, pencerelerin başka umutlara açılması amacıyla... İnsan kendini unuttuğu sokakların başında öylece kalakaldığı zaman yankısı duyulur...
Başka ev... Başka duvarlar, başka sokaklar her şey bambaşka olsa da insanın kendini unuttuğu yer aynıdır. İnsan kendini unutur mu? Demeyin! Elbette unutur ... Lâkin bütün bunlara rağmen tebdil-i mekânda ferahlık vardır. En azından denemekte fayda vardır. Bence
Düşünmeye yer vermiyorum. Hele ki aklımı mağlûp etmeye çalışan düşünceleri kapıdan içeri dâhi sokmuyorum. Bitti diyorum, bitti. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bu duvarlara anlatacaktım. Ya acıya acıya yürüyecek ya da söküp atacaksın diyen Mevla'yı dinleyip çareyi söküp atmakta buluyorum... Hiç bilmediğim bu evin duvarları önceden mi ismini biliyordu yoksa eşyaların kokusundan mı anlamıştı bilemiyorum ama bozuntuya bile vermiyorum. Bir tek resim bile asmıyorum duvarlara... Doğacak güneşi selamlayarak uyanmak istiyorum. Gecenin bir karanlığına bıraktığım uykumu tutup getirdim salmıyorum, dışarıya. Şarkıların, türkülerin bütün notalarını kaldırıp attım. Bitti diyorum, bitti. Artık öpmek istediğim yokluğun bile yok eşiğimde... Yağan yağmurun altında kalıp çocuk gibi ıslanmakta yok. Yaşlı gözlerini elinin tersiyle silip başını eğmeden yürümeyi çoktan öğrettiğim benliğine, bir daha duygulara esir olmak yok ... Sana duvar gibisin diyen buz dağlarına inat bundan sonra hiçbir şey ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
"Bütün kelimesizliğimle bekledim seni
Yıllar gibi geçen o birkaç saniyeyi
Ve birkaç saniyede geçen o yılları
Bir ayna kendini hedef almış
Bir taşa ne diyebilir ki? (Suavi Kemal Yazgıç)
Hiçbir şey... Kendi sesimin yankısı içinde boğulup kaldı düşüncelerim. Kelimeler anlamını yitirmiş, tellere takılan uçurtma misali... Ne rüzgarın suçu vardı, nede uçurtmanın ipini uzatan ellerimin... Uçurtmayı meftun eden gökyüzünü neden kimse görmez? Önemli değil... Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.
Gökyüzünün rengi aynı olsa da buranın havası, rüzgarı başkadır. Hem artık uçurtma uçurmuyor, gökyüzüne pervane olmayı yasaklıyorum...
Tabi ya! Boşuna değildi bu vazgeçiş... Bunca eşyalar boş yere toplanmadı. Çöken karanlık değildi. Adım adım gezdiğim evin odalarını sarılmadan, arkama dâhi bakmadan çekip gittiğim kapının eşiğine bir daha dönmemekti niyet... Dedim ya bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak bu yüzden müsterih ol tebdil-i mekânda ferahlık var...
Saygılar,