ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

UR ( TEMİZLENMEK)

Eşikte beklemek temizlenmekti. Sözün kıymetini bilene...  Küçüktüm. Kaç yaşında olduğumu şimdi bile bilmiyorum. Zaman, o günlerde benim için bir şeyin ne kadar sürdüğünü değil, ne kadar derin hissettirdiğini anlatan bir kavramdı. Annem, kendi babasının evinde keçi çobanlığı yaptığı günleri özlerdi. Rüzgârla yarışan keçi seslerini, dağların kokusunu, sabahın serinliğini anlatırdı. Babam, onun içindeki o özlemi fark edip bir gün; hiçbir şey söylemeden, eve bir kaç kuzu getirdi. O koyunlar, sanki annemin çocukluk anılarının yün tutmuş haliydi. Kardeşlerim ile kuzuları sahiplenip, bu benim bu senin yapıp kışın üşümesin diye üzerlerine bir şeyler örtüyor. Mendille burunlarını dâhi temizliyorduk. Derken bir hastalık çıktı. O zamanlar adını bile bilmediğim, sadece “ur” dedikleri bir şey. Koyunların boynunda, derinin altında yavaş yavaş büyüyen, canlı bir kabarcık gibi. Biz çocuklar önce korktuk, sonra alıştık o kabarıklıklara. Ama bir gün babam, ilçe'nin( Serinhisar) çobanını çağırdı. Çoban, güneşin altında iyice kararmış elleriyle kuzuyu tuttu. Elindeki bıçak, yılların pasını değil, toprağın sabrını taşır gibiydi. Sessizce, bir dua mırıldandı. Sonra o bıçağın ucunu urun tepesine bastırdı. Derinin içinden bir ses çıktı önce — bir iç çekiş gibi, bir sızının soluğu gibi. Ardından irin akmaya başladı, ağır ağır. Sarı ile beyazın arasında, hem yaşamın hem çürümenin kokusunu taşıyan bir akıntıydı bu... Ben izledim. Midem bulandı, ama gözlerimi çekemedim. Güneşin ışığı irinin üzerine vurdukça, içimde tuhaf bir merak büyüdü: Hayat bazen böyle miydi? İyileşmek için önce kanamak mı gerekiyordu? O gün, kuzunun boynundaki ur patladı. Ama ben biliyordum, içimde de bir şeyler çatlamıştı... ... O izlediğim manzara bugün karşımdaki başka bir yansıması ile karşıma çıktı... Kapıdaki Bekleyiş 11 Kasım 2025, saat 19.08. Ellerim önde, başım hafif eğik… Cebimde bir süredir alışkanlık haline gelen o küçük çikolata, sahibine kavuşmak için sabırsızdı. Odaya doğru yöneldim. Tam kapıya elimi uzatacaktım ki, kapı benden önce açıldı. Belki de geleceğimi biliyordu. Ya da hissetmişti. Kapı aralandı; içeriden yayılan ışık, yüzüme dokundu. O, hiçbir şey söylemeden eliyle oturmamı işaret etti. Kapı açıktı, sanki sözlerin rahatça girip çıkabileceği bir aralık gibi. Tabi kapıyı kapatmamada başka mana vardı... Kelimeleri benden önce davrandı; yazdığı bir mesajı açıp, okumaya başladı. Açıkçası böyle bir adımı beklemiyordum. Sevindim. (Allah razı olsun.) Müsade isteyip cebimdeki çikolataları yavaşça masasına bıraktım. Ellerimi önümde kavuşturup, ceketimin düğmelerine sığınır gibi dokundum. Sonra konuşmaya başladım, yavaş, ölçülü, içten bir sesle. O, dikkatle dinliyordu. Ara ara, sözü kesip sorular soruyor anlamaya çalışıyordu, netice olarak,  “Arızalı. Konuşmamak daha iyi. Arızalı insanlardan fayda gelmez.” dedi. Ne demek istediğini çok iyi anladım. Sustuğunda, sessizlik bile anlam taşıyordu. Konuşmamız derinleştikçe ben, onun ne kadar bilgili ve derin bir insan olduğunu söyledim. Gülümsedi; " " Cahil olmasını yeğlerdim,” dedi. Gözlerinde ince bir yorgunluk vardı. Ona rağmen dinleme zahmetinde bulunuyordu. Ve tok sesiyle,  "Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra, Döner vefk-i murâd üzre felek ammâ neden sonra Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra Felek ehl-i dili dil-şâd eder ammâ neden sonra" (Felek bin tane boş kadehten sonra birgün dolu bir kadeh de sunar ve arzuna uygun döner ammâ neden sonra; sabır gerek.) Bu sözüyle neyi kastettiğini anladığımı fark etti. İkimiz de sustuk bir süre aynı suskunluğun içinde başka anlamlar taşıyarak. Sonra ben, aklımın ve gönlümün bu yolda ferah olduğunu anlattım. Önceki bir anımı paylaştım; kelimelerim, yağmur öncesi havadaki serinlik gibi odaya yayıldı. Bir anda o, bacağını diğerinin üzerinden ayırdı. Derin bir nefes aldı.  “Allah…” dedi. Sonra bir kez daha: “Allah!” Sesi, duvarlara çarpıp kalbime döndü. Gülümsedi. Ardından yalnızca bir kelime söyledi:  “Kaybol.” Ama bu kovma değildi. Bu kelime, bir tür vedaydı. Artık tamam, teslim ol git diyordu. Pişiriyordu, hem kendi ocağında hem de kendi yandığı ocakta. Bundan zerre şüphem yoktu... Kalktım. Kapıdan çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu; gökyüzü, sanki benim için arınıyordu. Kaldırım taşlarına düşen her damla, içimdeki bir yükü silip götürüyordu. Kafamı kaldırdım, yüzüm ıslandı. “Çok şükür,” dedim. Kendi sesimi duydum, sade ve sahici bir tonda. Sonra, o kuzunun gözlerinden süzülen iri damlalar geldi aklıma saf, berrak, lekesiz… İçim de aynen öyle temizlenmişti. Elimi cebime attım, telefonu çıkardım. Bütün mesajları, aramaları, numaraları sildim. Bir defter daha kapanıyordu. “Görüşmemek daha iyi,” demişti zaten...  Sanki dikenleriyle bile güzel bir bahçeye girmiştim. Her diken, bana sabrın ve teslimiyetin dersini veriyordu. Bir insanın kapısında beklemenin güzelliği buydu. Sevdiklerini sevmek, onlara bağlanmak ve bu bağla kalpteki, beyindeki kirleri( uru) temizlemekti. Elhamdülillah… Ve içimden sessizce dua ettim:  “Rabbim, ondan iki cihanda da razı olsun. Gülerek ölsün" Bizler de adettir, misafire rahat etmesi için döşek atılır. Rabbim insaAllah ondan önce gidip döşek atmayı nasip eder.( Amin)
Ekleme Tarihi: 15 Kasım 2025 -Cumartesi

UR ( TEMİZLENMEK)

Eşikte beklemek temizlenmekti. Sözün kıymetini bilene... 

Küçüktüm. Kaç yaşında olduğumu şimdi bile bilmiyorum. Zaman, o günlerde benim için bir şeyin ne kadar sürdüğünü değil, ne kadar derin hissettirdiğini anlatan bir kavramdı.

Annem, kendi babasının evinde keçi çobanlığı yaptığı günleri özlerdi. Rüzgârla yarışan keçi seslerini, dağların kokusunu, sabahın serinliğini anlatırdı. Babam, onun içindeki o özlemi fark edip bir gün; hiçbir şey söylemeden, eve bir kaç kuzu getirdi. O koyunlar, sanki annemin çocukluk anılarının yün tutmuş haliydi. Kardeşlerim ile kuzuları sahiplenip, bu benim bu senin yapıp kışın üşümesin diye üzerlerine bir şeyler örtüyor. Mendille burunlarını dâhi temizliyorduk.

Derken bir hastalık çıktı. O zamanlar adını bile bilmediğim, sadece “ur” dedikleri bir şey. Koyunların boynunda, derinin altında yavaş yavaş büyüyen, canlı bir kabarcık gibi. Biz çocuklar önce korktuk, sonra alıştık o kabarıklıklara. Ama bir gün babam, ilçe'nin( Serinhisar) çobanını çağırdı.

Çoban, güneşin altında iyice kararmış elleriyle kuzuyu tuttu. Elindeki bıçak, yılların pasını değil, toprağın sabrını taşır gibiydi. Sessizce, bir dua mırıldandı. Sonra o bıçağın ucunu urun tepesine bastırdı.

Derinin içinden bir ses çıktı önce — bir iç çekiş gibi, bir sızının soluğu gibi. Ardından irin akmaya başladı, ağır ağır. Sarı ile beyazın arasında, hem yaşamın hem çürümenin kokusunu taşıyan bir akıntıydı bu...

Ben izledim. Midem bulandı, ama gözlerimi çekemedim. Güneşin ışığı irinin üzerine vurdukça, içimde tuhaf bir merak büyüdü: Hayat bazen böyle miydi? İyileşmek için önce kanamak mı gerekiyordu?

O gün, kuzunun boynundaki ur patladı. Ama ben biliyordum, içimde de bir şeyler çatlamıştı...

... O izlediğim manzara bugün karşımdaki başka bir yansıması ile karşıma çıktı...

Kapıdaki Bekleyiş

11 Kasım 2025, saat 19.08.

Ellerim önde, başım hafif eğik… Cebimde bir süredir alışkanlık haline gelen o küçük çikolata, sahibine kavuşmak için sabırsızdı. Odaya doğru yöneldim. Tam kapıya elimi uzatacaktım ki, kapı benden önce açıldı. Belki de geleceğimi biliyordu. Ya da hissetmişti.

Kapı aralandı; içeriden yayılan ışık, yüzüme dokundu. O, hiçbir şey söylemeden eliyle oturmamı işaret etti. Kapı açıktı, sanki sözlerin rahatça girip çıkabileceği bir aralık gibi. Tabi kapıyı kapatmamada başka mana vardı...

Kelimeleri benden önce davrandı; yazdığı bir mesajı açıp, okumaya başladı. Açıkçası böyle bir adımı beklemiyordum. Sevindim. (Allah razı olsun.)

Müsade isteyip cebimdeki çikolataları yavaşça masasına bıraktım. Ellerimi önümde kavuşturup, ceketimin düğmelerine sığınır gibi dokundum. Sonra konuşmaya başladım, yavaş, ölçülü, içten bir sesle. O, dikkatle dinliyordu.

Ara ara, sözü kesip sorular soruyor anlamaya çalışıyordu, netice olarak,

 “Arızalı. Konuşmamak daha iyi. Arızalı insanlardan fayda gelmez.” dedi.

Ne demek istediğini çok iyi anladım. Sustuğunda, sessizlik bile anlam taşıyordu.

Konuşmamız derinleştikçe ben, onun ne kadar bilgili ve derin bir insan olduğunu söyledim. Gülümsedi; "

" Cahil olmasını yeğlerdim,” dedi. Gözlerinde ince bir yorgunluk vardı. Ona rağmen dinleme zahmetinde bulunuyordu. Ve tok sesiyle, 

"Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra,

Döner vefk-i murâd üzre felek ammâ neden sonra

Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra

Felek ehl-i dili dil-şâd eder ammâ neden sonra"

(Felek bin tane boş kadehten sonra birgün dolu bir kadeh de sunar ve arzuna uygun döner ammâ neden sonra; sabır gerek.)

Bu sözüyle neyi kastettiğini anladığımı fark etti. İkimiz de sustuk bir süre aynı suskunluğun içinde başka anlamlar taşıyarak.

Sonra ben, aklımın ve gönlümün bu yolda ferah olduğunu anlattım. Önceki bir anımı paylaştım; kelimelerim, yağmur öncesi havadaki serinlik gibi odaya yayıldı. Bir anda o, bacağını diğerinin üzerinden ayırdı. Derin bir nefes aldı.

 “Allah…” dedi. Sonra bir kez daha:

“Allah!” Sesi, duvarlara çarpıp kalbime döndü. Gülümsedi. Ardından yalnızca bir kelime söyledi:

 “Kaybol.” Ama bu kovma değildi.

Bu kelime, bir tür vedaydı. Artık tamam, teslim ol git diyordu. Pişiriyordu, hem kendi ocağında hem de kendi yandığı ocakta. Bundan zerre şüphem yoktu...

Kalktım. Kapıdan çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu; gökyüzü, sanki benim için arınıyordu. Kaldırım taşlarına düşen her damla, içimdeki bir yükü silip götürüyordu.

Kafamı kaldırdım, yüzüm ıslandı. “Çok şükür,” dedim. Kendi sesimi duydum, sade ve sahici bir tonda. Sonra, o kuzunun gözlerinden süzülen iri damlalar geldi aklıma saf, berrak, lekesiz… İçim de aynen öyle temizlenmişti. Elimi cebime attım, telefonu çıkardım. Bütün mesajları, aramaları, numaraları sildim. Bir defter daha kapanıyordu.

“Görüşmemek daha iyi,” demişti zaten... 

Sanki dikenleriyle bile güzel bir bahçeye girmiştim. Her diken, bana sabrın ve teslimiyetin dersini veriyordu. Bir insanın kapısında beklemenin güzelliği buydu.

Sevdiklerini sevmek, onlara bağlanmak ve bu bağla kalpteki, beyindeki kirleri( uru) temizlemekti.

Elhamdülillah…

Ve içimden sessizce dua ettim:

 “Rabbim, ondan iki cihanda da razı olsun. Gülerek ölsün"

Bizler de adettir, misafire rahat etmesi için döşek atılır. Rabbim insaAllah ondan önce gidip döşek atmayı nasip eder.( Amin)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.