Kapanmayan gözlerim, güneşin eve nasıl girdiğini tanıklık ettiği günden sesleniyoruz; kağıdım kalemim ve ben...
Ey olan sabah! Yırtılıp geldim mi gecenin karanlığından.
Düştüm mü evimin pencerelerinden duvarlara.
Kıskandım mı seni beklemeden uyanışlarımı.
Fark ettim mi duvarlara astığım resimleri.
Kırılıp hüzme hüzme düştüğün yerlerden toparlanacak mısın yoksa birinin seni gelip kaldırmasını mı bekleyeceksin?
Tane taneyi, tane imameyi bulur derler, arayıp bulacak mısın yarım kalmış satırlarını.
Kalemin, kağıdın üzerine çöküşlerin anlamını yitirmeden tekrar sarılacak mısın yoksa kuruyup gidecek misin bir masanın üzerinde?
Bir kitabın arasına sızmaya çalışan varlığınla devirecek misin sayfaları yoksa bir sayfayla yetinecek misin?
Utanmadan, sıkılmadan isteyecek misin sahaftan kitabı yoksa kapının eşiğinde durup belki sahaf görür diye bekleyecek misin?
"Bazen hiç gelmeyecek biri de beklenir;
O bir düştür, yazgına ve soluğuna eklenir."
Sol yanıma düşürdüğüm ne varsa koyuyorum kenara.
Adını "evlilik" dedikleri bir yola girip bağlıyorum başımı. Poşetin ağzı bağlanmışta nefessiz kalan meyve gibi çürümeyi bekliyorum...
Beni öldüren nefessiz kalmak değil(miş) düşlerimi, soluğuma eklediğim ve o düşlerin cam kırıkları gibi tuzla buz olduğu zamana denk geldiğim içinmiş. İçin için çektiğim içimi bir çocuk ağlamasına karıştırırken artık ona yazamayacak olmanın derdini kuytu köşeye bırakıyorum.
Bağlanan başıma bakıyorum, ağaran saçlarıma, yüzüme çöken hüzne. Kaçacak bir deliğin bile olmayışı! İstediğim çok bir şey değildi diye kopan feryatları... Aynaya sırtımı dönüp gidiyorum. Yaşanmayan ve yaşanması mümkün olmayan ne varsa ceblerime topluyorum, hayalini bırakmam bir yerde muhakkak yaşamam lazım deyip saklıyorum seni, kendimden bile...
Adın geçiyor her yerde. Buralarda hep tanıyorlar seni. Bilmezlikten, anlamazlıktan geliyorum. Ceblerimin içinde bir hareketlilik başlıyor. Ellerimi cebime götürüp, tutuyorum hepsini. Korkuyorum dışa vurulacak diye. Kalp çarpıntısı başlıyor bir su yudumluyorum. Başımı yere eğip düşüncelerimi yere döküyorum. Ayak ucumda ki halının altına süpürüp oraya emanet ediyorum.
Durmuyorlar. Bende ne varsa peşimden geliyor. Ne yapacağım derdine düşüyorum. Üstüm başım kirleniyor. İç savaş çıkacak oluyor müsaade etmiyorum. Olması gereken her ne ise onu yapıyorum. Sağımda, solumda ve önümde oturan insanların sözleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkarken adının geçtiği hikayeler damıtılıp yüreğime sızıyor. İğne ile kazılan mezara dolduruyorum
"O bir düştür, yazgına ve soluğuna eklenir."
Susuyorum. Susmaya mahkum edilmiş gibi ne arayabiliyorum ne yazabiliyorum. İt gibi korkan bedenim titrerken, ne oluyor? Sorusu düşüyor kucağıma. Kaçmanın zamanı deyip "yorgunum, uykusuzum" deyip gidiyorum. Bağlanan başımla tek başıma kalıyorum.
O zaman anlıyorum. Evlilik;
Bir sevginin iki ayrı kalpte var oluşmasıyla alınan kararın neticesinde; iki yarım elma iken bir bütün olma yolunda gidilen adımların biri. Veyahut hayatın size getirdikleri neticesinde biraz da mecburiyetler karşısında boyun eğişiniz. Mecburiyet? Kişiden kişiye değişen, coğrafi şartların da getirdiği; baskılar, topyekûn yapılan saldırılar...
"Bazen hiç gelmeyecek biri de beklenir" sözünü hatırlıyorum. Suskunluğum değişirken, korkularım yenileniyor.
Hiç bir şeye mecbur değilim diyecek oluyorum, sesim çıkmıyor. Yapacak bir şey yok! Deyip su aka aka yolunu bulur diyorum. Yolunu bulan su kirli zihniyetleri de alıp götürür elbet.
Ey Güneş! Doğdun mu şimdi, bu bir doğuş muydu? Diye sesleniyorum. Sesim duvarlara çarpıp geri geliyor.
Bir kez daha anlıyorum;
"Sözün güzelliği muhatabında bıraktığı tesir kadardır! Muhatap yankısız dağ gibi olursa dil örtüsüne bürünür, söz sükûta erer!.."
Erdik ve sustuk Elhamdülillah!
