ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

YOMRA'DAN ARSİN'E (Arsinli Ali)

Gidecek yollar ararken Yomra’dan Arsin’e uzanıyor yollarım. Neden diye sorgulamadan yol alıyorum. Daha önce “Nasıl bir yer?” diye sorduğumda, “Anlatılacak bir şeyi yok, küçük bir yer,” diye tarif edilen yer için, “Güzel bak,” demiştim. Bir şehri güzel yapan, orada bizi çeken kuvvetti... İstanbul’da “Seni kim tutuyor?” sorusuna iki kuvvetli sebep sunarken, birinin sadece “mekân” olduğunu fark ettim. Neyse... Ne diyordum? Kaç kez gördüm yüzünü, kaç kez oturup konuştuk? Hangi ekmeği bölüştük, hangi çayın içinde çay kaşığı vardı? Hatırlamıyorum… Ama hepsi bir şey anlatıyor şimdi, sessizce. “Evet, yazar hanım,” dedi. “Nasreddin Hoca’nın en komik hikâyesi hangisi sence?” İlk aklıma gelen “Haklısın” ile “Kazan doğurdu” oldu. Ama ben, Nasreddin Hoca’nın hiçbir hikâyesini “komik” diye gülüp geçemedim. Hep bir başka şey vardı içinde; ince bir sızı, zamanın gölgesi, insanın hâli, bir ders... Arsinli Ali, benim es geçtiğim detaylara öyle bir titizlikle dokunuyordu ki... Bilgisayar ekranında rastladığı bir ayrıntıyı hemen okuyor, “Ooo, bu da varmış!” diye omuzlarıma övgüler yüklüyordu. Söyledikleri kulağımdan süzülüp geçiyordu sanki. Önemsiz olduklarından değil; sadece konuşmaya mecalimin olmayışından. Daha çok dinlemeye ihtiyacım var sanki... Arsin Elmaalan’da gördüğüm o ev canlandı gözümde, içindekilerle birlikte. “Benim doğduğum ev,” dedi Arsinli Ali, geçmişi özlemle hatırlayan bir sesle. Kahverengi tahta kapının ardında biriken anılar, sanki kucağıma dökülüyordu birer birer. Yeşil pencereli evden biri dışarı bakıyor… Çıkmak istiyor ama parmaklıklar ardından uzanamıyor hayata. Belki de hüznün bir yanı o pencerenin arkasında kalmıştı. Yomra’da yaşadığını sonradan öğrendiğim Arsinli Ali’ye, nedense “Yomralı Ali” diyemediğimi sonradan anlıyorum. O Arsin'in toprağına aitti.  Kurumun kasvetli havasına rağmen, oturduğumuz koltuklarda ceketler ve kravatlar ne kadar resmiyse de, sohbet koyulaştıkça kravatlar da gevşetiliyordu. Kahkahalar havada uçuşurken düşündüm: En son ne zaman bu kadar gülmüştüm? Bu benim suçum değildi. Esmerdi. Yüzünün ardındaki kahverengi gözlerinin nasıl ışıldadığını görebiliyordum. Bir insanın gülümsemesine ortak olmak kadar huzur verici ne olabilirdi acaba? Arsinli Ali’nin sesi kulaklarımda yankılanırken, gözümde o Elmaalan’daki ev yeniden beliriyor: Çatısı yosun tutmuş, yağmurla yıkanmış gibi parlayan kiremitler, yılların izini taşıyan çatlak duvarlar… Kapının önünde bir çift yıpranmış lastik ayakkabı duruyor; sanki biri hâlâ orada yaşıyormuş gibi… Rüzgâr, evin arkasındaki fındık ağaçlarının arasından geçip avluya uğruyordu. Kurumuş yaprakları savururken, eski zamanların tozunu da beraberinde getiriyor olmasına şaşmıyordum bile. Pencere kenarındaki perde, içeriden bir el değmiş gibi kıpırdıyor hafifçe. Kim bilir, belki bir çocuk hâlâ o perdelerin arkasından bakıyor dışarı, uzaklara özlemle… Arsinli Ali’nin küçüklüğünü düşünmeye çalışıyorum... Herkes başka âlemdeydi... Ali anlatırken gözleri uzaklara dalıyor; sözcükleri değil, hatıraları konuşuyor sanki. Sesinde, bir zamanlar orada yaşamış insanların ayak sesleri var. Bir teyze sesleniyor içeriden: “Ali, oy uşağum, yemeğa geli da!” Sonra bir sessizlik. O sessizlikte, geçmişin sıcaklığıyla şimdiye sinmiş bir serinlik dolaşıyor. Kurumun duvarlarındaki gri ton daha da koyu gelmeye başlıyor gözüme. Kravatlar biraz daha gevşetilirken, Ali’nin çocukluk hikâyeleri dolanıyor etrafta. Ne garip; bazen en sıradan anlatılar, insanın içini en derinden sarsabiliyor. Yomra ile Arsin arasındaki o yol, artık sadece bir coğrafya değildi benim için. Bir yüz, bir ev, bir ses, bir çocukluk, bir göz kırpması... Ve fark ediyorum ki, bazı insanlar sadece geldikleri yeri değil, getirdikleri hikâyeleri de güzelleştiriyor. Arsinli Ali’nin gözlerinden süzülen o sessiz anlatılar, bir zamanlar yaşanmış, unutulmaya yüz tutmuş hayatları yeniden canlandırıyor belleğimde. Bir çift çorap kurusun diye pencereye asılmış, yanına iliştirilmiş bir tarak; küçük bir çocuğun başını okşayan anne eli kadar tanıdık ve sıcak… Hava kararırken, Elmaalan’daki evin avlusunu nemli bir serinlik sarıyor. Hangi mevsim olduğunu kestiremiyorum ama içimde bir sonbahar çöküyor usulca. Sanki fındık ağaçları da artık anlatılanları dinliyor, yapraklar bile daha yavaş düşüyor toprağa. Her şeyin bir hatıraya dönüştüğü o ara boşlukta duruyorum: Ne geçmişte ne şimdide. Sadece orada, hikâyenin tam orta yerinde.  Bir sandığın kapağını aralamış gibi hissediyorum. İçinden eski bir düğme, bir mektup, belki bir mendil çıkıyor; Ali’nin çocukluğu gibi, Ali’nin annesi gibi, Ali’nin sesi gibi… Her biri hem bir eşyaya hem bir duygunun izine dönüşüyor. Bazı insanlar geçmişini sadece hatırlamakla kalmaz, onu yaşatıyordu... Sözcüklerin içinden geçen, bize bulaşan, bizde iz bırakan şey sadece anılar değildir; aynı zamanda kendi sessizliğimizin yankısıdır. Yomra’dan Arsin’e uzanan o yol, bir harita çizgisi değil artık benim için. Bir yüzün gölgesi, bir gülümsemenin izi, bir çocuğun hayali adımlarıyla dolu… Ve o yol, her geçişimde biraz daha ben oluyorum. Belki de bazı evler yıkılmaz; sadece başka kalplerde yeniden inşa edilir. Tıpkı o yeşil pencereli ev gibi. Tıpkı Arsinli Ali gibi. Tıpkı hatırladıkça içimizi ısıtan ama gözlerimizi nemlendiren her hikâye gibi.  Hikâyelerimin içerisine hoş geldin, Arsinli Ali... Ne yazdığımı biliyor musunuz? Bu, sadece bir anı değil. Bu, belleğin içinden süzülerek gelen bir iç ses; hem anlatan hem dinleyen olan, kelamın demlenmiş tarafı… Zamana ve mekâna sığmayan ama küçücük bir pencereye, bir kapıya, bir çift lastik ayakkabıya sığabilen türden. Arsinli Ali, edebî bir deneme ya da hatıra-kurgu arasında salınan güçlü bir anlatı gibi sunulmuş olsa da sizlere, kayıp zamanların izleri, insan seslerinin yankısı, mekânla anlam kazanan hatıraların tamamını barındırıyordu... Sırf bu yüzden, eskilerinizi restore ederek koruyun... Geçmişin gölgesinde yaşayın demiyorum ama “Ata yadigârı” dediğimiz o şeylere sahip çıkalım... Çocuklarımızı o köklerden o bağlardan uzak tutmayalım.  Hani babam ve oğlum filminde adam, babasına "baba ona bir ev ver. Çıkıp gidebileceği ama geri gelebileceği bir ev" diyor ya öyle bir şey işte...
Ekleme Tarihi: 23 Ağustos 2025 -Cumartesi

YOMRA'DAN ARSİN'E (Arsinli Ali)

Gidecek yollar ararken Yomra’dan Arsin’e uzanıyor yollarım. Neden diye sorgulamadan yol alıyorum. Daha önce “Nasıl bir yer?” diye sorduğumda, “Anlatılacak bir şeyi yok, küçük bir yer,” diye tarif edilen yer için, “Güzel bak,” demiştim. Bir şehri güzel yapan, orada bizi çeken kuvvetti... İstanbul’da “Seni kim tutuyor?” sorusuna iki kuvvetli sebep sunarken, birinin sadece “mekân” olduğunu fark ettim. Neyse... Ne diyordum?

Kaç kez gördüm yüzünü, kaç kez oturup konuştuk? Hangi ekmeği bölüştük, hangi çayın içinde çay kaşığı vardı? Hatırlamıyorum… Ama hepsi bir şey anlatıyor şimdi, sessizce.

“Evet, yazar hanım,” dedi. “Nasreddin Hoca’nın en komik hikâyesi hangisi sence?” İlk aklıma gelen “Haklısın” ile “Kazan doğurdu” oldu. Ama ben, Nasreddin Hoca’nın hiçbir hikâyesini “komik” diye gülüp geçemedim. Hep bir başka şey vardı içinde; ince bir sızı, zamanın gölgesi, insanın hâli, bir ders...

Arsinli Ali, benim es geçtiğim detaylara öyle bir titizlikle dokunuyordu ki... Bilgisayar ekranında rastladığı bir ayrıntıyı hemen okuyor, “Ooo, bu da varmış!” diye omuzlarıma övgüler yüklüyordu.

Söyledikleri kulağımdan süzülüp geçiyordu sanki. Önemsiz olduklarından değil; sadece konuşmaya mecalimin olmayışından. Daha çok dinlemeye ihtiyacım var sanki...

Arsin Elmaalan’da gördüğüm o ev canlandı gözümde, içindekilerle birlikte. “Benim doğduğum ev,” dedi Arsinli Ali, geçmişi özlemle hatırlayan bir sesle.

Kahverengi tahta kapının ardında biriken anılar, sanki kucağıma dökülüyordu birer birer. Yeşil pencereli evden biri dışarı bakıyor… Çıkmak istiyor ama parmaklıklar ardından uzanamıyor hayata. Belki de hüznün bir yanı o pencerenin arkasında kalmıştı.

Yomra’da yaşadığını sonradan öğrendiğim Arsinli Ali’ye, nedense “Yomralı Ali” diyemediğimi sonradan anlıyorum. O Arsin'in toprağına aitti. 

Kurumun kasvetli havasına rağmen, oturduğumuz koltuklarda ceketler ve kravatlar ne kadar resmiyse de, sohbet koyulaştıkça kravatlar da gevşetiliyordu. Kahkahalar havada uçuşurken düşündüm: En son ne zaman bu kadar gülmüştüm?

Bu benim suçum değildi.

Esmerdi. Yüzünün ardındaki kahverengi gözlerinin nasıl ışıldadığını görebiliyordum. Bir insanın gülümsemesine ortak olmak kadar huzur verici ne olabilirdi acaba?

Arsinli Ali’nin sesi kulaklarımda yankılanırken, gözümde o Elmaalan’daki ev yeniden beliriyor: Çatısı yosun tutmuş, yağmurla yıkanmış gibi parlayan kiremitler, yılların izini taşıyan çatlak duvarlar… Kapının önünde bir çift yıpranmış lastik ayakkabı duruyor; sanki biri hâlâ orada yaşıyormuş gibi…

Rüzgâr, evin arkasındaki fındık ağaçlarının arasından geçip avluya uğruyordu. Kurumuş yaprakları savururken, eski zamanların tozunu da beraberinde getiriyor olmasına şaşmıyordum bile.

Pencere kenarındaki perde, içeriden bir el değmiş gibi kıpırdıyor hafifçe. Kim bilir, belki bir çocuk hâlâ o perdelerin arkasından bakıyor dışarı, uzaklara özlemle…

Arsinli Ali’nin küçüklüğünü düşünmeye çalışıyorum... Herkes başka âlemdeydi... Ali anlatırken gözleri uzaklara dalıyor; sözcükleri değil, hatıraları konuşuyor sanki. Sesinde, bir zamanlar orada yaşamış insanların ayak sesleri var. Bir teyze sesleniyor içeriden: “Ali, oy uşağum, yemeğa geli da!” Sonra bir sessizlik. O sessizlikte, geçmişin sıcaklığıyla şimdiye sinmiş bir serinlik dolaşıyor.

Kurumun duvarlarındaki gri ton daha da koyu gelmeye başlıyor gözüme. Kravatlar biraz daha gevşetilirken, Ali’nin çocukluk hikâyeleri dolanıyor etrafta. Ne garip; bazen en sıradan anlatılar, insanın içini en derinden sarsabiliyor.

Yomra ile Arsin arasındaki o yol, artık sadece bir coğrafya değildi benim için. Bir yüz, bir ev, bir ses, bir çocukluk, bir göz kırpması...

Ve fark ediyorum ki, bazı insanlar sadece geldikleri yeri değil, getirdikleri hikâyeleri de güzelleştiriyor.

Arsinli Ali’nin gözlerinden süzülen o sessiz anlatılar, bir zamanlar yaşanmış, unutulmaya yüz tutmuş hayatları yeniden canlandırıyor belleğimde. Bir çift çorap kurusun diye pencereye asılmış, yanına iliştirilmiş bir tarak; küçük bir çocuğun başını okşayan anne eli kadar tanıdık ve sıcak…

Hava kararırken, Elmaalan’daki evin avlusunu nemli bir serinlik sarıyor. Hangi mevsim olduğunu kestiremiyorum ama içimde bir sonbahar çöküyor usulca. Sanki fındık ağaçları da artık anlatılanları dinliyor, yapraklar bile daha yavaş düşüyor toprağa. Her şeyin bir hatıraya dönüştüğü o ara boşlukta duruyorum: Ne geçmişte ne şimdide. Sadece orada, hikâyenin tam orta yerinde. 

Bir sandığın kapağını aralamış gibi hissediyorum. İçinden eski bir düğme, bir mektup, belki bir mendil çıkıyor; Ali’nin çocukluğu gibi, Ali’nin annesi gibi, Ali’nin sesi gibi… Her biri hem bir eşyaya hem bir duygunun izine dönüşüyor. Bazı insanlar geçmişini sadece hatırlamakla kalmaz, onu yaşatıyordu...

Sözcüklerin içinden geçen, bize bulaşan, bizde iz bırakan şey sadece anılar değildir; aynı zamanda kendi sessizliğimizin yankısıdır.

Yomra’dan Arsin’e uzanan o yol, bir harita çizgisi değil artık benim için. Bir yüzün gölgesi, bir gülümsemenin izi, bir çocuğun hayali adımlarıyla dolu… Ve o yol, her geçişimde biraz daha ben oluyorum.

Belki de bazı evler yıkılmaz; sadece başka kalplerde yeniden inşa edilir.

Tıpkı o yeşil pencereli ev gibi.

Tıpkı Arsinli Ali gibi.

Tıpkı hatırladıkça içimizi ısıtan ama gözlerimizi nemlendiren her hikâye gibi. 

Hikâyelerimin içerisine hoş geldin, Arsinli Ali...

Ne yazdığımı biliyor musunuz? Bu, sadece bir anı değil. Bu, belleğin içinden süzülerek gelen bir iç ses; hem anlatan hem dinleyen olan, kelamın demlenmiş tarafı… Zamana ve mekâna sığmayan ama küçücük bir pencereye, bir kapıya, bir çift lastik ayakkabıya sığabilen türden.

Arsinli Ali, edebî bir deneme ya da hatıra-kurgu arasında salınan güçlü bir anlatı gibi sunulmuş olsa da sizlere, kayıp zamanların izleri, insan seslerinin yankısı, mekânla anlam kazanan hatıraların tamamını barındırıyordu...

Sırf bu yüzden, eskilerinizi restore ederek koruyun... Geçmişin gölgesinde yaşayın demiyorum ama “Ata yadigârı” dediğimiz o şeylere sahip çıkalım... Çocuklarımızı o köklerden o bağlardan uzak tutmayalım. 

Hani babam ve oğlum filminde adam, babasına "baba ona bir ev ver. Çıkıp gidebileceği ama geri gelebileceği bir ev" diyor ya öyle bir şey işte...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (1)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Lotus
(30.08.2025 19:59 - #459)
Bir yazı okumuştum yıllar öncesinde,,, Karadenizden Ege ye diye... Onu anımsattı...!
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.