ISMAHAN ÇERİBAŞI
Köşe Yazarı
ISMAHAN ÇERİBAŞI
 

YÜZLEŞME

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, içimde tarif edemediğim bir ağırlıkla yola koyuldum. Öğrendiğim bilgilerin ağırlığıydı bu. Aradığını bilmeyenden ziyade, ne yapacağını bilemeyen bir insanın hâli. Bir şeyler eksikti, bazı bilgiler… Biraz daha öğrenmek, biraz daha tanımak gerekiyordu. Belki geçmişle bugünün arasında sıkışıp kalmış bir anlam kayması vardı. Belki de kendime dair unuttuğum bir sesi bulmaya gidiyordum. Yok, hayır, ben bu sese uzun zamandır aşinaydım. Tuhaf bir şekilde güven duygusu aşılıyordu. Rüzgâr camdan içeri dolarken, şehrin dışına çıktığım her kilometre beni hem bir bilinmeze hem de kendime biraz daha yaklaştırıyordu. "Bıçak sert bir kayaya denk gelmişti," böyle tanımlıyordu o da… Günün vermiş olduğu bütün ağırlıkları yoldan geçen arabaların altında bırakarak yol aldım. Gönlümde değil ama gözümde biraz büyüttüğüm kapının önünde bir an durdum. Demir parmaklıkların arasından içeri süzülen rüzgâr, bozkırın sararmış yüzüne inat canlı durmaya çalışıyordu. Şehrin ortasında, bir sessizlik sarmalı gibi duran o bahçe, sanki geçmişte yaşananların sebebini anlatmak ister gibiydi. Yerinden, yurdundan edilmiş gibi değil; oyalanmış, aldatılmış, yalanlarla süslenmiş cümleleri doğru gibi aktarılmış, ama her şeyin yalan olduğunu anlayan insan gibi… Güneş binanın taş cephesine vurdukça taşlar ışığı emiyor, sonra yavaşça geri veriyordu. Tıpkı bu topraklara zorla gönderilen adam gibi. Zorla! Öyle miydi? Emin değildim, öyle duymuştum sadece. Bu duyumlar yok muydu? İçinde tutuyor, lâkin salmak için uygun bir yürek arıyordum. "Seni günaha sokacağım, müsait misin?" diye sordum dost canlısı insana. Anlatmam lazımdı ama şimdi ne yeriydi, ne zamanı… Her şey kendim içindi, çünkü ben herkes gibi narsist biriydim. Narsist! Adımımı içeri attığımda, ayakkabılarımın altındaki taşların arasına sıkışmış tarih kıpırdadı sanki. Hafif bir uğultu, bir fısıltı… Belki de bu uğultu rüzgârın çiçeklerle oynaşmasıydı, ama o anda beynimden geçenler o sesi bastırıyordu. Bahçenin ortasında, çevresi mevsimin son renkleriyle süslenmiş ay-yıldızlı bir sembol duruyordu. Çiçekler, sabahın ilk ışıklarıyla yıkanmış, rüzgârla hafifçe eğilip saygı duruşunda duruyorlardı… O an göğsümün tam ortasında bir şey sıkıştı. Gururdu belki, ama içinde sızlayan bir şey daha vardı; kelimelere dökülmeyen bir mahcubiyet, bir geç kalmışlık hissi. Her adımda, taşların arasına düşen gölgem biraz daha büyüyordu. Şehrin kalbinde, bu taş duvarların arasında bir sır saklı gibiydi; sessiz ama dimdik duran bir sır ve ben bu sırlara ermek için adım atıyordum… Rüzgâr ceketimin yakasını hafifçe kaldırdı. Derin bir nefes aldım. Ve biliyordum: içeri girdiğim yer sadece bir bina değil, bir tarihin kapısıydı. Gururlandığım ve selamlayarak geçtiğim bu sembolü ardımda bırakıp binadan içeri girdim. Asansörle üçüncü kata yavaşça tırmanırken, kendimle göz göze gelmek istemediğim aynaya sırtımı döndüm. Sırtımı döndüğüm sadece ayna değildi; yazın yıkıcı güneşi ile sararan bozkırın ortasında, serin suların ve dağların gölgesinde yeşeren kadim kent, bu kadar şey anlatmaya çalışırken neden kulaklarımı tıkamıştım ki… Ya doğru söylüyorsa… Düşünmeden tıkadığım kulaklarımı bir gün cezalandırmak zorunda kalacağımı, “Ben buraya zaten neyin ne olduğunu öğrenmeye, dinlemeye geldim,” diye savunurken sekreter hanımın açtığı kapıdan içeri girdim. Kapıdan adımımı atarken, duvarlarda yankılanan tarihin cılız seslerini tekrar duyar gibiydim. Burada bile rahat bırakmıyor, harf harf düşüyordu adımlarımın önüne… Salonun dingin havası geride kalmış olsa da İç Anadolu’nun doğusunda yer alan bu şehrin sıcak ve samimi misafirperverliği, oturacak bir yer gösteriyordu. Mavi gömleği ve siyah kravatının üzerindeki noktalar gözlerimi asılırken, cümlelerim henüz konuşmanın erken olacağını söylüyordu. Evet, en azından “Hoş geldin" sözünden sonra başlamak en uygunu. Odadan hâlâ çıkmayan sekretere birer birer talimatlar yağdıran adam, kapının kapanmasının ardından dönüp, “Hoş geldin” diyebilmişti. Yol yorgunluğunun verdiği ağırlık mı, yoksa konuşulacak konuların ağırlığı mıydı, bilemiyorum; ama öğrendiklerim konusunda şaşkınlığımı ve öfkemi bastıramayacak kadar ağırdı. Göz göre göre bıçağın saplanmasına izin vermiş gibi acıyordu canım. Samimiyetinde verdiği ağırlıkla üçüncü çayları yudumlarken, bardağı alıp pencerenin önüne geçtim. Bahçedeki çimlerin haraketlerini görüyor ama gözüm her defasında ay-yıldız'a takılıyordu.  “Bu şehri sevdiniz mi?” diye sordum. Bin kilometrenin zorluğunu anlatmış olsa da sağ tarafıma geçen adam, “Buraya gelen polisler tayini buradan kolay kolay aldırmıyormuş. Çocuklarını büyütüp sonra buradan gidiyorlarmış,” diye, kulaktan ziyade dost bildiği arkadaşlarının samimi paylaşımlarını benimle paylaşıyordu. Resmiyetten ağa babası olan bu odada, samimi itiraflar kol gezerken, önemli kararları almak için kaleme ihtiyaç duymadan imzaları atıyor, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, olmaması gerektiği hususunda nihai karara varıyorduk. Günün sonunda o odadan çıktığımızda hava çoktan kararmıştı. Şehrin ışıkları birer birer yanıyor, uzaklardan ezan sesi yankılanıyordu. Bütün o konuşmalar, yüzleşmeler ve sessiz kabullenişler içimde resmi geçit yaparken, “Ben bunu neden şimdiye kadar anlamadım?” diye sorguluyordum. Kalbimi susturduğum zamanları çoktan aşmış bu bozkırın koynuna salmıştım. “Etim ne, kemiğim ne?” diye sorguladığım bütün soruların cevabını alamayacağım insanı artık defterin arka sayfasında bırakırken, yanımda mavi gömleğin üzerindeki kravatı ceketinin düğmesinin arasına saklayan adama, “Teşekkür mü etmem gerekirdi, yoksa onca cevapsız sorulara yer açtığı için kızmam mı?” bilmiyordum. Gözümü açmıştı, farkındaydım… O da bunun farkındaydı. Bu bozkırda bir şehrin hikâyesini değil, kendi hikâyemi dinlemiştim. Valilik binası üzerime yıkılmış, molozları bozkıra atılmış değildi. Yıkılan, öğrenilen ve gerçeklerin ta kendisiydi. Günün sonunda oturduğumuz yemek masasında yediğimiz tek şey beynimizdi...
Ekleme Tarihi: 27 Ekim 2025 -Pazartesi

YÜZLEŞME

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, içimde tarif edemediğim bir ağırlıkla yola koyuldum. Öğrendiğim bilgilerin ağırlığıydı bu. Aradığını bilmeyenden ziyade, ne yapacağını bilemeyen bir insanın hâli. Bir şeyler eksikti, bazı bilgiler… Biraz daha öğrenmek, biraz daha tanımak gerekiyordu.

Belki geçmişle bugünün arasında sıkışıp kalmış bir anlam kayması vardı. Belki de kendime dair unuttuğum bir sesi bulmaya gidiyordum. Yok, hayır, ben bu sese uzun zamandır aşinaydım. Tuhaf bir şekilde güven duygusu aşılıyordu.
Rüzgâr camdan içeri dolarken, şehrin dışına çıktığım her kilometre beni hem bir bilinmeze hem de kendime biraz daha yaklaştırıyordu. "Bıçak sert bir kayaya denk gelmişti," böyle tanımlıyordu o da…
Günün vermiş olduğu bütün ağırlıkları yoldan geçen arabaların altında bırakarak yol aldım. Gönlümde değil ama gözümde biraz büyüttüğüm kapının önünde bir an durdum. Demir parmaklıkların arasından içeri süzülen rüzgâr, bozkırın sararmış yüzüne inat canlı durmaya çalışıyordu.

Şehrin ortasında, bir sessizlik sarmalı gibi duran o bahçe, sanki geçmişte yaşananların sebebini anlatmak ister gibiydi. Yerinden, yurdundan edilmiş gibi değil; oyalanmış, aldatılmış, yalanlarla süslenmiş cümleleri doğru gibi aktarılmış, ama her şeyin yalan olduğunu anlayan insan gibi…

Güneş binanın taş cephesine vurdukça taşlar ışığı emiyor, sonra yavaşça geri veriyordu. Tıpkı bu topraklara zorla gönderilen adam gibi. Zorla! Öyle miydi? Emin değildim, öyle duymuştum sadece. Bu duyumlar yok muydu? İçinde tutuyor, lâkin salmak için uygun bir yürek arıyordum. "Seni günaha sokacağım, müsait misin?" diye sordum dost canlısı insana. Anlatmam lazımdı ama şimdi ne yeriydi, ne zamanı…

Her şey kendim içindi, çünkü ben herkes gibi narsist biriydim. Narsist!

Adımımı içeri attığımda, ayakkabılarımın altındaki taşların arasına sıkışmış tarih kıpırdadı sanki. Hafif bir uğultu, bir fısıltı… Belki de bu uğultu rüzgârın çiçeklerle oynaşmasıydı, ama o anda beynimden geçenler o sesi bastırıyordu. Bahçenin ortasında, çevresi mevsimin son renkleriyle süslenmiş ay-yıldızlı bir sembol duruyordu. Çiçekler, sabahın ilk ışıklarıyla yıkanmış, rüzgârla hafifçe eğilip saygı duruşunda duruyorlardı…

O an göğsümün tam ortasında bir şey sıkıştı. Gururdu belki, ama içinde sızlayan bir şey daha vardı; kelimelere dökülmeyen bir mahcubiyet, bir geç kalmışlık hissi. Her adımda, taşların arasına düşen gölgem biraz daha büyüyordu. Şehrin kalbinde, bu taş duvarların arasında bir sır saklı gibiydi; sessiz ama dimdik duran bir sır ve ben bu sırlara ermek için adım atıyordum…

Rüzgâr ceketimin yakasını hafifçe kaldırdı. Derin bir nefes aldım. Ve biliyordum: içeri girdiğim yer sadece bir bina değil, bir tarihin kapısıydı. Gururlandığım ve selamlayarak geçtiğim bu sembolü ardımda bırakıp binadan içeri girdim.
Asansörle üçüncü kata yavaşça tırmanırken, kendimle göz göze gelmek istemediğim aynaya sırtımı döndüm. Sırtımı döndüğüm sadece ayna değildi; yazın yıkıcı güneşi ile sararan bozkırın ortasında, serin suların ve dağların gölgesinde yeşeren kadim kent, bu kadar şey anlatmaya çalışırken neden kulaklarımı tıkamıştım ki…

Ya doğru söylüyorsa… Düşünmeden tıkadığım kulaklarımı bir gün cezalandırmak zorunda kalacağımı, “Ben buraya zaten neyin ne olduğunu öğrenmeye, dinlemeye geldim,” diye savunurken sekreter hanımın açtığı kapıdan içeri girdim.
Kapıdan adımımı atarken, duvarlarda yankılanan tarihin cılız seslerini tekrar duyar gibiydim. Burada bile rahat bırakmıyor, harf harf düşüyordu adımlarımın önüne… Salonun dingin havası geride kalmış olsa da İç Anadolu’nun doğusunda yer alan bu şehrin sıcak ve samimi misafirperverliği, oturacak bir yer gösteriyordu.

Mavi gömleği ve siyah kravatının üzerindeki noktalar gözlerimi asılırken, cümlelerim henüz konuşmanın erken olacağını söylüyordu. Evet, en azından “Hoş geldin" sözünden sonra başlamak en uygunu. Odadan hâlâ çıkmayan sekretere birer birer talimatlar yağdıran adam, kapının kapanmasının ardından dönüp, “Hoş geldin” diyebilmişti.

Yol yorgunluğunun verdiği ağırlık mı, yoksa konuşulacak konuların ağırlığı mıydı, bilemiyorum; ama öğrendiklerim konusunda şaşkınlığımı ve öfkemi bastıramayacak kadar ağırdı. Göz göre göre bıçağın saplanmasına izin vermiş gibi acıyordu canım. Samimiyetinde verdiği ağırlıkla üçüncü çayları yudumlarken, bardağı alıp pencerenin önüne geçtim.

Bahçedeki çimlerin haraketlerini görüyor ama gözüm her defasında ay-yıldız'a takılıyordu. 

“Bu şehri sevdiniz mi?” diye sordum. Bin kilometrenin zorluğunu anlatmış olsa da sağ tarafıma geçen adam, “Buraya gelen polisler tayini buradan kolay kolay aldırmıyormuş. Çocuklarını büyütüp sonra buradan gidiyorlarmış,” diye, kulaktan ziyade dost bildiği arkadaşlarının samimi paylaşımlarını benimle paylaşıyordu.

Resmiyetten ağa babası olan bu odada, samimi itiraflar kol gezerken, önemli kararları almak için kaleme ihtiyaç duymadan imzaları atıyor, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, olmaması gerektiği hususunda nihai karara varıyorduk.
Günün sonunda o odadan çıktığımızda hava çoktan kararmıştı. Şehrin ışıkları birer birer yanıyor, uzaklardan ezan sesi yankılanıyordu. Bütün o konuşmalar, yüzleşmeler ve sessiz kabullenişler içimde resmi geçit yaparken, “Ben bunu neden şimdiye kadar anlamadım?” diye sorguluyordum.

Kalbimi susturduğum zamanları çoktan aşmış bu bozkırın koynuna salmıştım. “Etim ne, kemiğim ne?” diye sorguladığım bütün soruların cevabını alamayacağım insanı artık defterin arka sayfasında bırakırken, yanımda mavi gömleğin üzerindeki kravatı ceketinin düğmesinin arasına saklayan adama, “Teşekkür mü etmem gerekirdi, yoksa onca cevapsız sorulara yer açtığı için kızmam mı?” bilmiyordum. Gözümü açmıştı, farkındaydım… O da bunun farkındaydı.

Bu bozkırda bir şehrin hikâyesini değil, kendi hikâyemi dinlemiştim. Valilik binası üzerime yıkılmış, molozları bozkıra atılmış değildi. Yıkılan, öğrenilen ve gerçeklerin ta kendisiydi.

Günün sonunda oturduğumuz yemek masasında yediğimiz tek şey beynimizdi...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (1)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
okuyucu
(28.10.2025 11:14 - #470)
"Mavi gömleği ve siyah kravatının üzerindeki noktalar gözlerimi asılırken" bu nasıl bir ifade şekli. Maşallah. göz asılması... yaşınızla kullandığınız ifadeler arasındaki uçurum yazınızda göze çarpıyor. tebrik ederim. Anlamak için bir kaç kere okuttun az daha anlaşılır yazsanız :-)
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve denizli20haber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.